18 Ekim 2007 Perşembe

İPLİKÇİ (ALTUN APA- ALTUNBA) MEDRESESİ (Yazar Ömer Evin)

İPLİKÇİ (ALTUN APA- ALTUNBA) MEDRESESİ

ÖNSÖZ


Yeryüzünün dört bir köşesine dağılıp bağımsız devletler kuran Türkler; sadece siyasi bir teşkilat kurmakla kalmamış, yaşadıkları toprakları devrin en bayındır hale gelmesi için çalışmalar yapmışlardır. Özelikle de istedikleri gibi davranışlara sahip olan bireyler yetiştire bilmek amacıyla birçok yere mektepler, medreseler, tekkeler, zaviyeler gibi eğitim kurumları inşa etmişlerdir. Türk devletleri içerisinde bu kurumlara en çok önem veren devletlerin başında Anadolu Selçuklu Devleti gelmektedir.
Selçuklular Malazgirt’te Anadolu’nun kapılarını kendilerine açtıktan sonra, yeni geldikleri bu toprak parçasına kültür unsurlarını yerleştirerek anavatan haline getirmeye çalışmıştır. Böylece Konya başta olmak üzere Anadolu’nun dört bir yanı Selçuklu eserleri ile süslenmiştir.
Selçuklular yaşadıkları yerele kültürünü yerleştirmek, duyarlı vatandaşlar yetiştirmek ve devletin bütünlüğüne zarar verecek olan Şia, Batınilik gibi hareketlerin zarlarını asgari düzeye indirmek amacıyla birçok medrese kurmuşlardır. Bu medreselerden bir tanesi de İplikçi (Altun-Apa) Medresesi’dir.
Konya, Anadolu Selçuklu Devleti zamanında başkent olması ile birlikte bilim adamlarının, aydınların, şeyhlerin, erenleri yaşamak istediği bir şehir haline gelmiştir. İlmin sultanı olarak kabul edilen Sultanü-l Uleman Bahaeddin Veledin ve oğlu Mevlana Celaeddin Rumi’nin Konya’ya gelmesi ve İplikçi Medresesi’nde müderrislik yapmaları, bize Konya şehrinin devrinin kültür merkezi olduğunu göstermektedir.
İplikçi medresesi’nin vakfiyesine baktığımızda, medresenin giderlerini karşılamak amacı ile vakıflar kurulmuştur. Ayrıca Selçuklular kurdukları devletin ayaklata kalabilmesinin eğitimle olacağını biliyorlardı. Bu yüzden Selçuklular bütçe harcamalardan en fazla eğitime pay ayırmaktaydılar. Bugün gelişmekte olan, eğitimde çağdaşlaşmış dediğimiz Türkiye Cumhuriyetinde daha 2002 yılına kadar eğitime ayrılan bütçe, askeriyeye ayrılan bütçeden geri kalmıştır. Bu da bize iki devletin eğitime vermiş olduğu farkı gösterir. Selçuklu ve Osmanlı gibi devletlerden miras aldığımız zengin kültürümüzün değerini bilip, onu çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmamız gerekmektedir.
Bizde bu eserimizde tarihimize sahip çıkıp, onu körü körüne eleştirmeden, yanlışlıklardan ders çıkartmak ve doğru olan davranışları da çağa uygun bir düzeye getirip yaşantılarımıza uygulamak amacı ile İplikçi Medresesi’ni inceledik. Bu sunumu hazırlarken yardımlarını esirgemeyen ve edinmiş olduğu deneyimleri ile öğrencilik yıllarımda yapmış olduğum hatalarımı görmemi sağlayan, en kötü günlerimde yanımda bulunan, ayrıca yüksek lisans eğitimimde bana rehberlik eden danışman öğretmenim Sayın Yrd. Doç. Dr. Zeki ATÇEKEN’ teşekkür ederim.


Ömer EVİN


Selçuklularda Eğitimin Temel Özellikleri:

1. Selçuklu devlet adanılan eğitim öğretime ve bilimin gelişmesine büyük önem vermişlerdir.

2. Medreseler gelişmiş Selçuklu ülkelerinin her yerine yayılmıştır.

3. Ahilik gibi bîr yaygın eğitim kurumu, atabeylik gibi şehzade eğitimini amaçlayan uygulamalar ortaya atıldı.

4. Selçukluların ilk zamanlarında eski Türk değerleri henüz canlı iken sonra bunlar zamanla önemini yitirdi.

5. Selçuklularda alp, gazi, veli, insan tipleri beraber yaşar. Dede korkut kitaplarında alp tipinden gazi tipine doğru geçiş söz konusudur.

Selçuklularda fikir hayatı Selçukluların ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri şüphesiz Tuğrul beyden itibaren İslam dünyasının her tarafına cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastahane, imaret, zaviye ve kervansaraylar ile doldurmaları bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları idi. Filhakika bir ilim ocağı olarak medreselerin devlet eli ile teşkilatlanması tahsilin vakıf suretiyle meccani olması ve İslam dünyasına yayılması Selçukluların eseridir. Selçuklu devlet adamlarının bilim severliği Selçuklu hakan , melik ve vezirleri kültür hayatını alim ve sanatkarları himayeleri ile meşhur olunur.
Sultan Sancarın sarayı alim ve sanatkarlarla dolup taşardı. Merv şehrinde on iki genel kütüphane vardı. Bu dönemde yapılan kervansaraylarda kütüphane ve satranç takımları bulunurdu. Yine bu dönemde astronomi, matematik ve tıp alanındaki gelişmeler Avrapa’nın ilmine kaynaklık etmiştir.
Melik-Şah kurduğu medrese ve kültür merkezlerinin yanı sıra her yıl alim ve mutasavvuflara üçyüzbin ahin ihsan ederdi. Bazı Selçuklu beylerinin bizzat Farisi sür ve Türkçe mektup yazdıkları sarayda şehzadelerin tahsiline büyük önem verdikleri bilinmektedir. Melik-Şah dönemi Selçuklu devletinin her bakımdan en ihtişamlı devriydi. Özellikle medrese denilen yüksek okul seviyesindeki kültür müesseseleri ülkede pek çok bilginin yetişmesini sağlamıştı. Devlet Batınilik taarruzuna medreseyle karşı koymaya çalışarak akıllı bir siyaset izlemişti.
İlk Selçuklu medreseleri 1040 yıllarında Nişaburda Tuğrul bey tarafından kurulmuştur. Alparslan döneminde 1067de Bağdatda Nizamiye medreseleri adıyla önemli kurumlar açılmış bu adı taşıyan başkalarının da kurulduğu görülmüştür. Bağdat Nizamiye medreselerinin kurulmasında Alparslan ve Nizamülmülkün ilgi ve çabaları etken olmuştur. Ülkenin her tarafına yayılan medreselerin en önemlileri şu kentlerde idi : Bağdat , Musul, Basra, Nişabur, Belh, Herat, İsfahan, Merv, Rey, Tuş Medreselerin
Selçuklularda önem kazanması ve yayılmasının başlıca nedenleri:

1. Sünni-Hanefi olan Selçukluların, çevrelerindeki Şii ve Fatimiler’in aşırı mezhep propagandalarına karşı koyma ihtiyacı,

2. Genişleyen imparatorluğun yönetimi için memur yetiştirme ihtiyacı.

3. İslamiyeti yeni benimsemiş Oğuz topluluklarının yeni inançlarının pekiştirilme ve eskilerinin silinme gereğinin duyulması.

4. Din adamı yetiştirme ihtiyacı.

5. Yeni ele geçirilen ülkelerin manen de fethini sağlamak için gerekli insanları yetiştirme düşüncesi.

6. Yoksul ve yetenekli öğrencileri okutup topluma kazandırma düşüncesi.

7. Bilginlerin devlete karşı gizli hareketlere katılmalarını engellemek.

8. Devlet adamlarının eğitim ve bilim severliği.

a) Medresenin Yeri:

Atçeken eserinde İplikçi Medresesinin yerini, Alâeddin Tepesinden Hz. Mevlana’ya inen anayolun PTT binasına dönülmeden hemen sağ taraftaki İplikçi Camisinin güney bitişiğinde olduğu hakkında bilgi vermektedir. Yine Konyalı da eserinde Atçeke’nin tanımına benzer bir tarifle medresenin; Alâeddin Tepesinin doğusundaki Kürkçü Mahallesindeki İplikçi Caminin arkasında olduğunu ifade etmektedir.
Önder eserinde İplikçi medresesinin yeri hakkındaki tanımında yanlışlık yapmıştır. Eserinde yanlışlıkla “ Alâeddin Caddesi üzerinde, Klasik Eserler Müzesinin bulunduğu bina” olarak gösterir. Kastettiği bina, Selçuklu eseri olan İplikçi Camidir. Bu cami İplikçi Medresesinden sonra onun kuzeyine inşa edilmiştir.
Mimarî bir kıymeti olmayan kerpiç yapılı dam örtülü son medrese Cumhuriyet inkılâbına kadar ayakta idi. Medreseleri, türbe ve tekkeleri kapatan kanun yürürlüğe girdikten sonra tamamen yıkıl­mış ve arsa haline gelmiştir. Yalnız İplikçi Cami'nin kıble tarafında ve bitişiğinde üçte biri kadarı toprağa gömülmüş kubbeli bir oda vardır. 1939 yılında İplikçi Cami tamir edilirken burada yapılan bir kazı eski medreseye ait olduğunu tahmin ettiğimiz bazı döküntüler ve kalmalar ortaya çıkarmıştır.
İplikçi Medresesinden bugüne ayakta kalabilen sadece İplikçi Camisi’nin kıble tarafında bulunan küçük bir odadır. Bu medresesinin günümüze kadar ayakta kalamayışının en büyük nedeni İnsanlarımızın ne yazık ki tarihi eserlerimize önem vermemeleri ve yapıda kolayca eriyebilecek kerpiçlerin kullanılmasından kaynaklanmaktadır.


b- İplikçi Medresesini Yaptıran ve Yapım Tarihi:

Anadolu Selçuklu Devleti ileri gelenlerinden tarafından 13.yy. başlarında (1202) yaptırılmıştır.
Kurucusunun ismiyle Altunbâ Medresesi denilen medrese, daha sonra mütevellisinden dolayı İplikçi Medresesi diye anılmıştır. Bu tarihî eserin 1914'te "vakıf banisinin ismi" sütununa, Abdullah Murfâza adı yazılmıştır. Demek ki, sonraki asırlarda tekrar medreseyi imar etmek için çalışanlar ol­muştur.
Medresenin Şemseddin Altunbâ'nın kendinden sonra görev almasını istediği insan İplikçi evlâdından aynı zamanda Divan Kâtipleri’nden Necibeddin Ayaz'dır. Onun devrinde hem medreseye hem de camiye "İplikçi" ismi verilmiştir. Yalnız Altunbâ ismi tamamen unutulmamış, Osmanlılar devrinde kul­lanılmaya devam etmiştir. Halk arasında ise genelde Altun Apa denmiştir. Bu isim, daha çok Konya-Beyşehir Yolu üzerindeki hayır eseri olan Altunbâ Hanı için kullanılmıştır. Şimdi Altınapa Barajı'na ad olan han, aynı barajın Konya tarafındaki suların altındadır. Özellikle yaz sonları sular çekildiğinde ana yoldan bile kalıntısı gözükmektedir.
Bugün bu medrese ve cami halk arasıda Altunba ya da Altun Apa ismiyle çok fazla bilinmemektedir. Genelde İplikçi Cami ve İplikçi Medresesi olarak bilinmektedir.


c- Şemseddin Ebu Sait Altı Apa:

İplikçi Medresesi, eserin kurucusu Selçuklu devlet adamlarından Şemseddin Ebu Sait Altın-Aba'dır. Konyalı Sait altın Apa’nın babasının Abdullah adında birisi olduğuna eserinde değini. Sultan II. Kılıç Arslan ve oğlu Rükneddin II. Süleyman Şah döneminde önemli görevler üstlenmiş ve Gıyaseddin Keyhüsrev'in II. sultanlığı zamanında (1205–1211) onun atabeyi olmuştur. Kendisine ait bilgiler İbni Bibi'nin Selçuklu Tarihî ile medrese vakfiyesinde bulunabildiği kadardır. İbni Bibi ilk kez Altun-Aba'dan I. Alâeddin Keykubad döneminden söz eder. Sultan'ın Ahlat’ın işgali (1232) üzerine doğu seferine çıktığı, Mısır Eyyubî hükümdan el-Kâmil'in bozulan dengeleri kurmak için Anadolu'ya fetih amacıyla gönderdiği orduyu bozguna uğratması ve Ah­lat şehrini geri alması (1234) anlatılır. Yaklaşan Moğol tehlikesi nedeniyle el-Kâmil ile iyi ilişkiler kurmanın yararlı olacağını bilen I. Alâeddin, Eyyubi prensesi Melike-i Adiliye ile evlenmek ister. Bu amaçla gelini getirmek için o tarihte çaşnigir (saray beslenme bakanı) olan Şemseddin Altun-Aba'yı Şam'a gönderir. Sultan Malatya'ya gelir ve burada gelinle düğün yapılır. Düğünden birkaç yıl önce de Altun-Aba bu kez Celâleddin Harzemşah'a birçok hediyelerle elçi gönderilir. Altun-Aba'nın bir süre Ahlat'ta hasta yatması ve sonra görüşmelerin uzaması üzerine arkadan vezirlerden Kemaleddin Kâmyar'ın da gönderildiği, buna rağmen olumlu sonuca varılamadığı anlaşılır. Harzemşahların Cihan Şah komutasındaki ordusu Ahlat'ı alır. Selçuklu ve Eyyübi müttefik ordularıyla Erzincan'da Yassı Çemen de karşılaşan Cihan Şah yenildi ve esir edildi (1230). Sultan, Altun-Aba'yı 5 bin atlı ile Ahlat'ı almaya gönderdi.
Yukarıdaki tarih alıntılarından anlaşılıyor ki Altun-Aba sarayda emir-i ahur, emir-i çaşnigir gibi önemli görevler yaptıktan sonra elçilik, komutanlık, ata beylik gibi yüksek dereceli görevlere de getirilmiştir.
I. Alâeddin Keykubad, Melike Adiliyye'den olma oğlunu (Kılıç Arslan) veliahd ' ve büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev'i de yeniden Erzincan Melikliğine gönderdi, Altun-Aba'yı orta atabey yaptı. Fakat az bir süre sonra Sultan öldü (1237). Komu­tanlar, Ferruh lala, Tacettin Pervane, Altun-Aba, Saadeddin Köpek veliahdın tahta çıkmasından yanaydılar. Fakat Gıyaseddin tahta çıkmada diretti ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev ünüyle tahta çıktı. Saadeddin Köpek ondan yana göründü, ötekileri, ko­muta ve vezirleri Keyhüsrey’e karşı olmakta devam ettikleri telkininde bulundu. Onun dürtüsüyle Sultan, çok değerli devlet adamını gözden çıkardı, öldürülmesini istedi. Saadeddin köpek, ibni Bibi'ye göre, divana girdi, evrakları inceleyen Altun-Apa'yî sakalında yakalayarak dışarı çıkardı ve cellâda verdi. Şehrin dışında şehid edildiğinde 70 yaşındaydı


d- İplikçi Medresesinin Mimari Özellikleri:

İplikçi Cami’si 1939 yılında tamir edilirken burada yapılan bir kazı sırasında eski medreseye ait olduğunu tahmin ettiğimiz bazı döküntüler ve kalıntılar ortay çıkmıştır. Bu kalıntılar sonucunda medresenin bulunduğu yer hakkında Konyalı bazı tahminlerde bulunmuştur. Bunlar:


1. İplikci camii’nin kıble tarafının sol tarafında ve cami duvarından beş metre açıkta çeşme bulunduğunu eserinde dile getirir. Çeşmenin 2,80 boy ve 2,40 eninde olan bu çeşmenin ayna taşından yukarı tarafı kırılmıştır. Çeşmenin yüzü kıbleyedir. Gerek ayna taşı gerekse havızı başka bir 'mimarî eserin enkazından uydurulmuş şeylerdir. Yanında gayr-i İslami devirlere ait bazı sütun başlıkları ve kaideleri vardır. Çeşmenin seviyesi ilk İplikçi Cami’sinin seviyesindedir. Son medrese ilk medresenin 2,5 metre aşağıda kalan enkazı üzerine yapılmıştır.
2. İplikçi Camii’nin kıble duvarına sol taraftan bitişik, duvarları ve kubbesi tamamen tuğla ile yapılmış olan 6,30 metre boy ve 7,30 enindeki odadır. Şimdiki zeminden 1,20 metre yükseklikte olup kapısı doğuya açılır. Adî taş çerçeveli olan kapının genişliği 1.10, yüksekliği 2 metredir. Kıble tarafında bir pencere vardır. Kubbenin dört köşesindeki askılarından, inşa malzemesinden bu odanın altıncı hicret asrının son yarılarında yapılmış ol­duğunu anlamak mümkündür, İplikçi Cami’nin sol kanadı yani ilâve kısmı sonradan bu odaya yapıştırılmıştır. Mâbedden kıble tarafına mihrabın üs­tünden ve sağından pencereler açıldığı halde önünde oda bulunduğu için sol tarafına pencere açılamamıştır. Bu tenazursuzluk da odanın mâbedden evvel yapıldığını göstermeğe kâfidir.
3. Bu odanın batı tarafında ve yine mâbadin kıble tarafına bitişik bir bina kalıntısı vardır. Tamamen tuğla ile yapılan 9,60 metre boyu ve 3,50 metre uzunluk ve derinliği olan bu binanın temel teşekküllerine göre iki oda ile bunların sonun­da minare ve ya hut ikinci bir kat merdivenine benzeyen helezonî basamak­lar olduğu anlaşılmaktadır. Vakfiyesinde tasrih edildiğine göre medresenin içinde namaz kılınırdı. Belki de medresenin İnce Minareli Medresedeki gibi müstakil bir mescidi vardı. Şimdi görülen enkaz da o mescidin minaresine aittir. Buradaki kazı genişletilir, eski medresenin temelleri ortaya çıkartılırsa hem bu bina bakiyesinin mahiyeti anlaşılır hem de en eski bir Selçuklu medresesinin planı elde edilmiş olur
İplikçi Medresesi'nin ilk şeklinin Konya Şer'iyye sicil defterlerinde bulunan bir tamir kaydında yer alan "Medresenin kebîr kubbe etrafında olan kemerle­rin temelleri kırmızı çamur ve taş ile meremet..." şeklindeki ifadesinden, ortada büyük bir kubbesi olduğu, etrafında da cepheleri kemerli odaların yer aldığı an­laşılıyor. Atçeken bu kayıtlardan yol çıkarak bu medreseden sonra yapılan Karatay ve İnce Minareli medre­seleri de yapı şeklini bu medreseden almış olabileceğini eserinde dile getirmiştir.
İ. Hakkı Konyalı'nın ifadesiyle, medresenin son şeklinin mimari bir kıymeti voktur. Kerpiç yapılı ve dam örtülü olan medrese Cumhuriyet İnkılâbına kadar ayakta idi. Türbe ve tekkeleri kapatan kanunun yürürlüğe girmesinden sonra (30 Kasım 1925), tamamen yıkılarak arsa haline getirilmiştir.
Önder, İplikçi Medresesi'nin Konya'da Selçuklu devrine ait ilk medrese olarak tahmin edildiğini yazarsa da Altun-aba vakfiyesinin kaydettiği "Medresetü's-Sultaniyye"nin varlığı, Menakıbu'l-Arifin'e istinat eden bu ifadenin doğru olmadığını gösteriyor.
İplikçi Medresesi'nden zamanımıza kalanlar, İplikçiler Camii'nin kıble du­varına bitişik, kubbeli bir oda ile bunun batısında yine camiye bitişik bir hücre kalıntısı idi.
Duvarları tuğla ile örülmüş kubbeli odanın dış ölçüleri 7, 50 m.X 6,40 m.dir. Kapısı baüda, iki penceresinden biri doğuda, biri de güneydedir. Kubbe köşe tromplarının meydana getirdiği sekizgen kasnağın köşeleri üzerine yerleştirilmiş, sekiz küçük trompa biner. Kubbeli odanın 11.95 m. batısında bu­lunan ve bir hücre olduğu tahmin edilen kısımdan sadece temeller kalmıştır. İç ölçüleri 2, 65 x 2, 50 m. olan hücrenin içinde bir ocak yeri vardır. Kapısı gü­neyde ve 80 cm. enindedir. Hücrenin yanında bulunan temel kalıntısı ise mi­nare kaidesine ait olduğu için üzerine aslına uygun minare yapılmıştır. Abdullah Kuran'ın görüşü şudur: "Vakfiyenin sağladığı bilgi göz önünde tutu­lursa, tahminî bir plân şeması yapılabilir. Medrese büyük bir ihtimalle doğu-batı ekseni üzerinde takriben 15 x 10 m. ölçülerinde bir dikdörtgen plân etrafında tertiplenmişti. İki eyvanı, ana eyvanın yanlarındaki iki kubbeli odası ve tahminen üçer ve dörder kişi kalmak üzere 38 talebeyi barındıran 10–12 hücresi vardı. Vakfiyede medresedeki cemaata namaz kıldıracak imam ve müezzin de zikredil­mektedir. Fakat bir camiden bahis yoktur. Şu halde İplikçiler Camii’nin daha sonra medreseye bitişik olarak inşa edildiğini kabul etmek gerekir. Daha önce medresenin içindeki mescidde namaz kılınıyordu. Ana eyvanın yanlarındaki kubbeli odalardan kuzeydekinin kışlık dershane, güneydekinin mescid olması mümkündür".
İplikçi Medresesi yapıldığı zaman Konya’nın Yeni Pazar denilen yerdedir. Ayrıca bu yer Yeni Çarşı diye de bilinirdi. Medresenin etrafında iki mescid, bir ev, han ve dükkânlarla çevrili idi. Mescidlerden birisi Tebrizli Tüccar Hoca Abdülcebbar’ın oğlu Ebu’l-Fadıl Hoca, digeri bugün izi kalmayan Selim oğlu Boyacı Hoca Yusuf Mescidi’dir. Medresenin içinde kendisine ait ayrıca bir de kütüphane kuruluştan itibaren bulunmaktadır.
Arabacı, 1922’de medresenin asli yapısının olmadığını söyler. Kerpiç yapılı, dam örtülü bir İplikçi Medresesi’nin olduğunu söyler. Kubbeli bir hücresinden başka müştemilatı tamamiyle değişmiş ve büsbütün başka şekle gelmiş der.
1923’te caminin kubbeli duvarına bitişik olan, medresenin girişide bir hayli değişiktir. Cami, caddeye nazırdır. Medrese ise caddeye çıkmamaktadır. Onun için medreseye; caddeye (Alaeddin Caddesine) bakan vakıf bir dehlizden geçilerek girilmektedir.

e- İplikçi Medresesi’nin Vakfiyesi:

On beş sahifedir. Aşağıda birinci, on dördüncü ve on beşinci sayfaların fotokopisi görülüyor. Vakfiye Arapça'dır. Rükneddin Süleymanşah döneminde 598 H/1202 tarihinde düzenlenmiştir.
Vakfiye konusundaki bilgiler Osman Turan'nın TTK'nın çıkardığı Belleten Dergisinde yayınla makalesinden alınmıştır.
Altun-Aba medresesi konusunda en önemli kaynak vakfiyesidir. Bu vakfiye en eski vakfiyelerden olması ve Selçuklu dönemi için önemli bilgiler içermesi yönünden de değerlidir. II. Süleyman Şah döneminde 598 H/'1202 tarihinde yapılmıştır. Medrese, Kervansaray fakir ölülerin gömülmesi, İslam'ı seçen dönmelere yardımda bulu­nulması, ... gibi konularıyla verdiği bilgiler çok ilgi çekicidir. Osman Turan bu vakfiye'yi incelemiş ve fotoğrafını Belleten Dergisindeki makalesi ile yayınlamıştır.
Adı geçen vakfiyeye göre medrese Konya şehrinin zahir yani kale dışında, Ye­ni Pazar mevkiindedir. Medrese'nin dört yanında Kuyumcu Salim Oğlu Hoca Yusuf'un mescidi ve bunun vakfı, Tebrizli Tahir Hoca'nın mescidi, göçmen Kadı Necmeddin'e bu medreseye ait dükkânlar bulunmaktadır. Medrese vakfiyesinde namaz kıldıracak imam ve müezzin'den söz edilir ama cami adı geçmez. Bu cami daha önce medresenin bitişiğine yaptırılmış Hoca Ebul Fazl Camii olabilir.
Altun-Aba genel vakıfları için divan kâtiplerinden ve İplikçi evlâdından Mecibeddin Ayaz'ı mütevelli ve azadlı kölesi Ruzbe eş-Şemsi'yi nazır (bakan) atamış­tır. Hizmetlerine karşılık mütevelliye yılda 400, nâzır'a 300 dinar maaş, hanefî mez­hebinden olmasını istediği müderris'e yılda 800, mu'id'e 240 dinar verilmesini şart koşmuştur. Talebelerin hanefi ve şafii mezhebinden olabileceği, talebe ve fakihlerden istidlal yapabilecek ilerlemiş 3 talebeye, her birine 15 serden ayda 45 dinar, orta de­recede olan 15 talebeye her birine 10 dinar olmak üzere 150 dinar, medrese'de na­maz kıldıran ve hanefi mezhebinden olması istenen imama yılda 200, müezzine 100 dinar verilmesini, medresenin temizliğini yapan ve müderrisin hizmetinde bulunan ferraş'a ayda 5 dinar ayrıldığı yazılıdır. Bundan başka medresede bir de kitaplık bu­lunduğu, mütevellinin her yıl vakıf gelirinden ayrılan 100 dirhem ile uygun kitapları alıp vakfetmesini, isteyenlerin kitabın bedeli kadar parayı nesip ödünç kitap alabile­ceğini, kitabı teslim edince parasının verileceğini bildirmektedir (Burada adı geçen para birimi dinar, altın olmayıp gümüş paradır. Çünkü bu tarihlerde Selçuklular he­nüz altın para basmamışlardır).
Medresede kitaplık memuru (hâzin ül-kütüp) da bulunduğu anlaşılıyor.
Vakfeden 5 yıl medresede bulunduğu halde yeteneği görülmeyen, derslerine düzgün olarak çalışmayan talebenin medreseden çıkarılmasını şart koşuyor. Medre­sede, talebeye ayrılan para miktarından barınan öğrenci sayısının 38 olduğu bulunur. Talebeye ayrıca aynî yardım da yapılmaktadır.Onlara ramazanda kesilmek üzere bir koyun ve Konya rıtlı ile günde 80 ntl (317,8 gr) ekmek satın alınması ve tatlı pişi­rilmesi için' günde 3 dinar harcanması şart koşuluyor. Bundan başka medresede ay-dmlatma için yaz aylan için ayda bir rıtlı, kış aylan için 2 rıtlı bezir, Şaban ayının or­tası, Regaip ve Ramazan akşamlan 1,5 rıtlı mum alınması istenmektedir. Buradan 12. ve 13. yy'larda aydınlatma için kandillerde bezir yağı yakıldığı anlaşılmaktadır. Kut­sal gece ve bayram gecelerinde pahalı olan mum tüketilmektedir.

f- İplikçi Medresesinin Vakıfları:

Vâkıf Altun-Aba, medresesi için, şehrin dış kısmında ve medresenin bulunduğu yerde bir han, buna bir yandan 10 dükkânın hepsini, öte yandan 8 adet bitişik dükkân ile bu sekiz dükkânın karşısında bulunan dokuz, aynı yerde başka bir, yine şehrin dış kısmında Yeni Pazar (çarşısı) da 7 dükkânı, Allâme pazarı'nda miktarı belli olmayan diğer dükkânları ve bunlardan başka Gedekılas'da Kendefkas ve Saracık adlı köylerde, Gündoğdu köyü yolu üzerinde bulunan araziyi vakfetmiştir.
Vakfiye de adı geçen han sonra Kuzu Han adını almıştır. Medreseye 12519 akçe gelir sağlıyordu ki medresenin vakıfları ve gelirinin ne kadar büyük bir meblağa ulaştığı anlaşılıyor.
Altun-Aba Vakfiyesi'nin tarih bakımından çok mühim bir tarafı da, yoksul ve dindar Müslümanların ölümlerinde kefenlenme, mumyalanma ve gömülme masrafları için yapılan vakıflardır. Vâkıf bu iş için Konya'nın dış kısmında Bakırcı Yusuf Mahallesi'ndeki iki dükkânı, yine dış kısımda Eski Pazar'da bir sa­bun hane, dört ev ve altı dükkân gibi oldukça mühim gelir getiren vakıflar ayır­mıştır.
Burada mumyalama işinin Selçuklular'da mevcut olduğu dikkat çekiyor. Bu durum diğer beyliklerde de görülür.
Altun-Aba Vakfiyesinin önemli bir kaydı da Anadolu'da ki İslâmlaşma faaliyetine aittir. Konya'nın dış kısmında Meydanî Mahallesi'nde, Yeni-Bağçe (Debbağlar Yeri) 'de bulunan ve on sekiz odası olan hanın gelirinden beşte birini yerli ve yabancı olup da İslâm dinini kabul eden Hıristiyan, Yahudi ve Mecusi'lerin (putperestlerin) yemek elbise, ayakkabı ihtiyaçlarını görmek ve sünnet edilmelerini, namaz kılacak kadar Kur'an öğrenmeleri için gereken mas­rafları karşılamak üzere vakfeylemiştir.
Altun-Aba vakfiyesi şimdilik Konya'nın tarihi bakımından en eski vesikayı teşkil etmektedir.

g- Osmanlı Zamanında İplikçi Medresesi:


Konya Tahrir Defterlerine Göre:


1- Fatih Döneminde:

Fatih tarafından yaptırılan Konya tahririnde (881 H./1476), Altun-Aba Medresesi, medrese listelerinin başında yer almakta ve şöyle denilmektedir:
"Vakf-ı Medrese-i Altun-ba mukarrer, tedris der tasarruf-ı Mevlâna Hacı Muhyiddin, vakf-ı kadîm ve Vakfiyye defterinde müsbit"
Bu deftere göre medresenin gelirleri de şunlardır:
"Konya'ya bağlı Arkıd köyü, Sudiremi (Sille)'ne bağlı Altun-ba Çiftliği, Larende'ye bağlı Dağ Saraycık Çiftliği, Konya'nın içinde İplik Pazarı, İplik Pazan'na bitişik dükkânlarla furun ve hane."


2- II. Bayezid Döneminde:

II.Bayezid'in 906 H./1500 tarihli Konya tahrir defterinde de Altun-Aba Medresesi şöyle yer almıştır:
"Vakf-ı Medrese-i Altun-ba der nefs-i Konya mukarrer, bi hükm-i hümayun der tasarruf-ı Mevlâna Hasan bi hükm-i şerîf mezra'ay-ı Gedekılas tabi-i Konya."
Bu deftere göre gelirleri de şunlardır:
"Zemin-i dekâkîn İplik Pazarına muttasıl, Pazar re'sen der nefs-i Konya, an itan-ı Nizamiye, üç dükkân yerinden kârbansaraya yol eylemişler, zemin-i hankah-ı der kurb-ı pâzâr rişte, dükkân-ı derpîş-i hamam-ı Sungur, Zemînhâ-i dekâ­kîn üç kıt'a ve bir kârbânsaray der pâzâr-ı köhne, Zejnîrr-ı furun bağ-ı Altun-ba."

3 – III. Murad Döneminde:

III. Murad'ın 992 H./1584 tarihli tahrir defteri medrese vâkıfı ve vakfiyesi hakkında şu bilgiler vardır:
"Vakf-ı Medrese-i Altun-ba bin Abdullah es-Sultanî ki Kılıç Arslan bin Mesud bin Kılıç Arslan es-Selçukî ber mucib-i Vakıfname el-müverrah be tarih-i sene seman ve tıs'ıyn ve hamsemie."
Medresenin vakfiyesinden öğrenildiğine göre, Şemseddin Ebu Sait Altun-Aba ibn-i Abdullah, medresenin vakfını kısmen II. Kılıç Arslan zamanında ve kısmen de II. Rükneddin Süleyman zamanında tesis etmiştir.


Konya Şer'iyye Sicil Defterlerine Göre İplikçi Medresesi:


1 - Vakıf Yeri ve Gelirleri:

Tesadüf edilen kayıtlar medreseye vakfedilen bazı kitaplara ve bahçesine ya­pılan bir diğer medreseye aittir.
İlk belgede müderrisler arasındaki borç meselesi konu edilmekte, Dolu kö­yünün de İplikçi vakfı olduğu zikr edilmektedir. 976 H./1570 tarihlidir.
1086 H./1675 yılında Edirne'de misafir iken ölen Abdülbasir, kitaplarını ve malının üçte ikisini ilim tahsil eden öğrencilere kullanılmak üzere vakfetmiştir. Malının diğer üçte birini ise kendi teçhiz, tekfin ve sair masraflarına ayırmıştır. Öldüğü takdirde vasiyetinin yerine getirilmesi için de Hasan Çelebi'yi kendisine şer'i vekil tayin etmiştir.
O zaman Molla Abdülbasir'in bağışladığı kitapları arasında o günkü tahmin ile 6 kuruş kıymetli "Molla Cami", 2 kuruş kıymedi bir "İhtiyar", 6 kuruş kıymetli "İbrahimü'l-Çelebi", dörtte bir kıymetli "İhbira-i Adide", 2 kuruş kıymetli bir "Havadî" ve 2 kuruş kıymedi bir "Molla Celâl" bulunuyordu. Gerçi varisi Hasan bu duruma zorluk çıkarmışsa da şer'i mecliste şahidlerin dinlenilmesi üzerine Abdülbasir'in vasiyeti anlaşılarak buna göre hareket edilmiş ve kitaplar o zaman medresenin müderrisi bulunan Şeyh Ali Efendi'ye teslim edilmiştir.
1135 H./1723 yılında da Konya'nın Devle Mahallesi'nden Ali oğlu Abdullah Efendi, İplikçi Medresesi'nin bahçesinin yakınında ve batı tarafında bulunan kendi vakfına ait arsasına yeni bir medrese inşa etmek için almıştır. Bu duruma Fahrü'l-müderrisin Ahmed Efendi, es-Seyyid el-Hac Mustafa ibn-i Süleyman, es-Seyyid Hasan bin Mehmed ve İbrahim Çelebi ibn-i Ahmed de şahidlik etmişler­dir. Yerinin Çıkrıkçı Soku mevkiinde kimsenin gelip geçmesine mani olmayan boş bir arsa olduğu da açıklanmıştır.

h- İplikçi Medresesi'ne Yapılan Çeşitli Tayinler:

Tarih sırasına göre durum şöyledir:


976 H./1570'da;
Müderris : Mevlâna Musa Halife idi.


1039 H./1626’da
Mütevelli : Hüseyin'dir. Dışarıdan Ahmed ve Mehmed adındaki şahıslar da kendi üzerlerine tevliyet beratı almışlar ve Hüseyin'i mağdur etmişlerdir. Bunun üzerine divana arzuhal sunan Hüseyin lehine durum düzeltilmiştir.


Aynı sene;
Müderris : Mevlâna Abdürrahim Efendi idi. Görev müddeti üç ay, günlük ücreti ise 30 akçedir.


Yukarıdaki tayinden dört ay sonra;
Müderris : Mevlâna Ali Efendi'dir. Onun da ücreti aynıdır.


1039 H./1630'da;
Müderris : Mevlâna Mehmed Efendi idi. Tedris müddeti altı ay ve gündeliği de 25 akçedir.


Aynı sene;
Mütevelli : Hüseyin'dir. Bu şahıs yukarıda adı geçen Hüseyin'in vakıf malını azalttığı, öğrenciye en ufak bir şey ver­mediği ve medresenin tamiratı ile uğraşmadığı gerek­çesiyle azl olunarak, onun yerine tayin edilmiştir.
Dolaylı olarak medresenin bu tarihlerde bazı yerlerinin tamirine ihtiyaç du­yulduğu da anlaşılmış oluyor.


1040H./1631'da;
Müderris : Mevlâna Fazlullah oğlu Mevlâna Mehmed'dir. Yevmiyesi 40 akçedir.


Aynı sene;
Müderris : Hüseyin'dir. Asitane-i saadet tarafından görevi uzatılmıştır.


1041 H./1631'de;
Müderris : Mevlâna Abbas Efendi'dir. Yevmiyesinin 20 akçe ol­ması dikkat çekicidir.


Mütevelli : Ali'dir. Ancak Ali'nin hoşa gitmeyen hareketlerinden dolayı Konya Kadısı naibi Mevlâna Abdülmuttalib'in şikâyeti üzerine tevliyet hizmeti İbadullah üzerine ve­rilmiştir.


1041 H./1632'de
Mütevelli : Burak Bey idi. Daha İbadullah'ın tayininden 9 ay geçmiştir. Hatta Burak Bey de kendi arzusu ile görevi bıraktığı için yerine 1632 yılında Hüseyin atanmıştır.


1098 H./1687'de;
Câbi : Mehmed olup on yedi senedir bu hizmette bulunmak­tadır. Yevmiyesi de bir akçedir. Ancak kadı naibi Mevlâna Mehmed'in arzıyla adı geçen hizmet diğer bir Mehmed'e verilmiştir.
Bu kayıtlarda görüldüğü gibi mütevellilerin ve câbilerin ücretleri bir iki ak­çeyi geçmez iken müderrislerin en düşük ücreti 20 akçe olarak tutulmuş, hattâ 60 akçeye ulaşanlar olmuştur. Bu durum eğitime ve ilim adamına verilen değe­rin en güzel örneklerindendir.


1114H./l702'de;
Mütevelli : Ahmed idi. Fakat kardeşi es-Seyyid Mustafa, Edirne'ye divana gönderdiği arzuhalde, tevliyetin yarısının kendi üzerine, yapılmasını istemesi üzerine Şeyhülislâm Mevlâna es-Seyyid Feyzullah'ın da işare­tiyle tevliyet işi iki kardeş üzerine verilir.


Müderris : Ahmed olup ve yukarıda adı geçen kardeşlerden bi­ridir. Böylece Ahmed'in hem mütevelli olduğu ve hem de müderris olduğu anlaşılıyor.


1186H./I773'da;
Müderrisler : Yarı müderrislik hizmeti ve,


Mütevelliler : Dörtte bir hisse tevliyetle İbrahim Efendi ve es-Seyyid el-Hac Mehmed idiler. Aynı sene İbrahim Efendi'nin ölümü üzerine oğlu es-Seyyid Mehmed göreve tali olursa da babasının müştereki, ölen müderrisin oğlu yoktur diyerek buna muhalefet eder. Ancak Konya naibi Mevlâna Seyyid Hüseyin'in arzı ve Şeyhülislâm es-Seyyid Mehmed Said'in işaretleriyle ölenin oğlu babasının yerine tayin edilir.


1316 H./1899’da
Müderrisler : Müderrislik hizmetinin üçte iki ve altıda bir hissesine 2 zilhicce 1279 H./21 Mayıs 1869 tarihli bir berat ile Mehmed oğullan Seyyid Hafız Ahmed ve Seyyid Hafız Mustafa, yine üçte bir hissenin dörtte birine Hacı Abdullah oğulları Hafız Ali ve Hafız İsmail ve ayrıca üçte bir hissenin dörtte birine de Abdurrahman oğlu Hafız Ahmed idiler. Böylece beş kişinin müştereken müderris oldukları anlaşılıyor. Ancak adı geçen Hafız Ali ve Hafız İsmail, Konya'nın Zenburi Mahallesi'nde Abdullah ve İsmail adındaki çocuklarını bırakarak birbiri ardından ölürler. Adı geçen çocuklar da şer'i meclise giderek cahil olduklarını bildirirler. Bu arada Mehmed oğlu Seyyid Hafız Ahmed'in de cahil olduğu anlaşılır. Böylece beş müderristen sadece Mehmed oğlu Seyyid Hafız Mustafa yapılan imtihanda başarılı olmuştur. Bunun üzerine diğerlerinden boş kalan hisselerin kendi üzerine dahil edilmesi için 19 Zilhicce 1289 H./19 Ocak 1873 tarihli ve kadı naibi Ahmed Halid Efendi'nin imza ve mührünü taşıyan bir ilâm arz edilmiştir. Es-Seyyid Hafız Mustafa Efendi, ölen kardeşinin çocuklarının küçük ve tahsilde bu­lunmaları sebebiyle 12 sene müstakil olarak müder­rislik yapmıştır. Fakat o da bu tarihten iki ay evvel Konya'nın Kürkçü Mahallesi'nde Mehmed Halis Efendi adlı oğlunu bırakarak ölür ve imtihanda başa­rılı görülen oğlunun babasının yerine tayin edilmesi hususu yüce makama arz edilir.


1321H./1903’de
Müderris : Yukarıda adı geçen Mehmed Halis Efendi'nin olması için ilgili makama arzedilir. Halbuki bu tarihten beş sene önce tayini için arzı yapılmıştır. Her nedense o zaman Seyyid Hafız Mustafa oğlu Mehmed Halis Efendi'nin tayini yapılmamıştır.


1325 H./1907'de;
Müderris : Mehmed Halis Efendi'dir. 1903 yılının sonlarından itibaren tedris hizmetini yürüttüğü anlaşılıyor. Çünkü 1907 yılında da hizmet gören Mehmed Halis (Hulusi) Efendi, ölen amcasının geride kalan oğlu Mehmed Bahri Efendi'nin halen talebe olduğunun anlaşılması üzerine, müderrislik hizmetinin boş bulunan altıda bir hissesinin yarısının da kendi hissesine dahil edil­mesi için istidada bulunmuş ve bu durum gereken makama arz edilmiştir.
Böylece İplikçi Medresesi'nin 1907 yılında kesinlikle hizmetine devam ettiği görülüyor.

ı. İplikçi Cami’sinin Müderrisleri ve Eğitim-Öğretim:

İplikçi Medresesi'nin vakfiyesinde eğitim-öğretim faaliyeti ile ilgili de bağlayıcı hükümler bulunmaktadır. Bu durum, Semseddin Altunbâ'nın, devlet adamı sorumluluğu ve taşıdığı değerler yani kimliği ile irtibatlıdır. Her iki hal de, Anadolu'da yeni kökleşmeye başlayan Müslüman Türk devletinin temelle­rini korumayı, esas olan insan tipinin yetiştirilmesini gerektirmektedir. Onun için vakfiyeye, sonraki teşekküllere (Karatay gibi) de örnek olan hükümler konmuştur.
Bunların başında, müderris tipinin belirlenmesi gelmektedir. Müderris, mevcut görevliler içinde yıllık 800 dinar gibi en yüksek ücreti alacaktır. Ama Hanefî Mezhebi'nden olacaktır. Hanefî Mezhebi'nden olma şartı, medresede cemaatle namaz kıldıracak ve yıllık 200 dinar alacak olan imam için de vardır. Medreseye alınacak talebe için "Hanefîlik" şartı getirilmemiş ama, "her Rama­zan günü ders başlamadan önce Kur'an'dan bir bölümün okunarak zamanın devlet başkanına (sultan), vâkıfa ve Müslümanlara dua etme" âdeti konmuştur. Diğer şartlarla birlikte düşünülünce bu, medresede teneffüs edilen havanın yönlendiriciliğini ortaya koymaktadır.
Müderristen sonra gelen muid, yıllık 240 dinar alacaktır. Muid için mez­hep anılmamıştır.
Talebe, Hanefî ve Şafiî Mezheplerinden olacaktır. Toplam alınacak tale­be miktarı 38 kişidir. Bunlardan ileri seviyede (fakih, delil çıkarabilecek) olan üçüne ayda 15'er, 15'ine de ayda onar; (orta seviyede olanlar için), mübtedî (yeni, işin başlangıcında) olan 20 talebeye ise ayda beşer dinar verilecektir. Şu hale göre, ücret verilmeyen talebe yoktur. Talebeye masraf, aylık toplam, 245 dinar etmektedir ki medrese görevlilerinin tümünün aldıklarından fazladır. Talebeye harcanan bu kadar değildir. Ramazan ayında kesilmek üzere bir kovan ve günlük yaklaşık, fert başı 317,8 gr. ekmek satın alınacak, pişirmek için günde üç dinar harcanacak, ayrıca medresenin aydınlatılması, ısıtılması ilgili masrafları karşılanacaktır.
Bütün bunlara karşılık talebeden tek bir şey istenilmektedir: başarı. Ba­şarılı olamayanlar için, belirli sınırlamalar getirilmiştir. Fakat bunlar, fevkalâde toleranslıdır. Çünkü beş yıl medresede bulunduğu halde kabiliyet göstereme­yen, çalışmayan ve dersine düzgün bir şekilde devam etmeyen talebeye müey­yide uygulanacaktır. O da tek ve dikkat çekici bir uygulamadır: medreseden çıkarılmak. Elbette, kalacağı yer, yiyecek-içeceği, kütüphanesi, mescidi, aydınlatması, ısınması düşünülüp üstüne de harçlığı verilen talebenin, beş yıl üst üste başarısız olması normal karşılanamayacak bir durumdur.


Sultanü'I-Ulema:

İplikçi Medresesi'nin bilinen ilk tanınmış müderrisi Mevlâna’nın babası Sultanü'I-Ulemâ Baha Veled’tir. Şüphesiz ondan önce de müderrisi vardır. Çünkü Baha Veled'in Konya'ya gelişi, medresenin açılışından yaklaşık çeyrek; asır sonra ve Alâeddin Keykubad devrindedir. Alâeddin Keykubad, ailesi ile birlikte Karaman'a gelen bu şöhretli âlimi, devlet merkezine davet etmiştir. O da bu davete icabet ederek Konya'ya gelmiştir. Konya'da indiği yer, İplikçi Medresesi'dir. Sultanın ısrarına rağmen saraya değil medreseye inişini şöyle açıklar: "İmamlara medrese, şeyhlere hankah, emirlere saray, tüccarlara han başıboş gezenlere zaviyeler, gariplere kervansaraylar münasiptir." Selçuklu sultanının bizzat karşıladığı Baha Veled, vefatına kadar (1231) bu medresede müderrislik yapmış, camilerde de vaazlar vermiştir.
Yalnız, medresede sadece görev yaparken bulunmamaktadır. Aynı za­manda evi de medresedir. Hatta bugüne, tek başına kalarak gelen kubbeli hücre, Sultanü'l-Ulemâ'nın oturduğu yer olarak gösterilmektedir. Sultanü'l-Ulemâ'nın çoluğu-çocuğu ile medresede uzun süre kalması uygun değildir. Onun için Alâeddin Keykubad'ın Lalası Emir Bedreddin Gevhertaş, Baha Veled ve çocukları için bir medrese yaptırıp zengin vakıflar bağışlamıştır.
Baha Veled ve oğlu Mevlâna ile başlayan etki, İplikçi Medresesi üzerin­de uzun süre devam etmiştir. Bu sebepten olmalıdır ki, İplikçi müderrislerinin eskiden Mevlevi kıyafetinde gezdikleri söylenmektedir.
İplikçi Medresesi, Anadolu Selçuklular, Karamanoğulları ve Osmanlılar devrinde kesiksiz olarak asırlarca hizmet vermiştir.
1848'e gelindiğinde medrese, 15 odalı; 15'i talebe, 10'u çömez toplam 25 öğrencisi olan bir kurumdur.
Aynı yıllara, müderris silsilesi ise şöyle gelir: 1784'de müderris Seyyid Abdullah'tır. Müderrislik görevi karşılığı olarak yarım altıda bir hisse (nısf südüs hisse) ücret (cihet tevcihi) almaktadır. O, vefat eder. Yeri, Ali ve Hacı Molla adlarında iki oğlu tarafından doldurulur. Bu iki müderris yerlerine, İs­mail ve Abdullah adlarında birer oğul bırakırlar. İki torun, dedelerinin hissesine mirasçı durumundadırlar. Ama ehil değildirler. Onun için Seyyid Abdullah'tan kalan yarım altıda birlik müderris ücreti boşta kalır.
1849'da yarım altıda birlik hisse Seyyid Ahmed'e beratla verilir. Bu ta­rihte müderris Seyyid Ahmed'tir.


*Mustafa Efendi (Ö.1900):


1852'de müderrislik görevi, Seyyid Mehmed'in (ö. 1268/1852) oğlu iki hafız kardeştedir. Bunlar, Seyyid Hafız Ahmed ve Seyyid Hafız Mustafa'dır.


Şer'i Sicildeki bu bilgiyi salname de doğrular. 1882 yılında Müderris Mustafa Efendi, İplikçi Medresesi'nde 35 talebeye, Celâl, Kâfiye ve İzhâr okutmaktadır. Ertesi yıl da Mustafa Efendi, aynı dersleri 35 talebeye okutma­ya devam eder. 1901 yılında da müderris, Hacı Mustafa Efendi'dir. Talebe sayısı yaklaşık olarak ikiye katlanmıştır: 65 talebesi vardır. Aynı müderris. 65 talebeye ders okutmaya 1903 yılında da devam eder.


*Mehmed Hâlis Efendi (Ö.1912):


Hafız Mustafa Efendi vefat eder. Yerine büyük oğlu, Mehmet Hâlis taliptir. İmtihan edilerek ehil görülür ve 28 Ramazan 1321/17 Aralık 1903 ta­rihli şer'î ilâm verilir. Mehmed Hâlis'in beratla tayin onayı ise 9 Safer 1326/13 Mart 1908'dedir. Mehmed Hâlis, 1907'de sürdürdüğü müderrislik görevinde, boş hisselere talip olur. Amcası vefat etmiş, oğlu Mehmed Bahri'ye babasının hisseleri (üçte bir ve yarım altıda birlik hisse) tevcih edilmiştir. Hâlbuki Mehmed Bahri Efendi, halen tahsile devam etmekte ve İstanbul'dadır. O zaman fiilen görevi yapan Mehmed Hâlis Efendi'ye (kendi hakkına ek olarak) iki yarım altıda birlik hisse birleştirilerek verilir. Böylece müderrislik görevin­den pay alan birden fazla görevli varken 1907'den itibaren ücret ve görev Mehmed Hâlis şahsında toplanmıştır. Aynı yerin vukuat kısmındaki kayda göre Mehmed Bahri, hisselerinden rızası ile vazgeçmiştir.Bu hisselerle birlikte Mehmed Hâlis'in geliri, yıllık bin guruştur. Üstelik bu gelir, "şahsına münhasır"dır. Şahsına ait olması, aynı miktardaki gelirin Mehmed Halis'in yerine bir başkasına verilmemesi sonucunu getirmektedir. Nitekim öyle de olur. Mehmed Hâlis ölünce, senelik bin guruş olan bu gelir, Vazife Defteri'nden çıkarılır. Kü­çük oğlu Mustafa'ya babasının görevi, Hüsnü Efendi'nin niyabetiyle verilir. Ama bu, "tebdîlen"dir. Tevcih tarihi, 4 Kânunuevvel 1330/17 Aralık 1914 olduğuna göre Mehmed Halis'in vefatı 4 Kânunuevvel 1330'dan öncedir. Nite­kim Musalla Kabristanı'nda bulduğumuz Mezar taşı bunu doğrular. Vefatı, buna göre 1330 H./1328 R./1912 M.dir.



Halis Efendi, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlardan biri de eğitimin de­ğişik kademelerinde çalışan Hacı Mehmed Rüstem (Sungur) Efendi'dir. Sun­gur; dayısı, sonra kayınpederi olan Halis Efendi ve İplikçi Medresesi'nde oku­yarak icazet almıştır. İcazet tarihi; 1905'te iki sınıflı Erkek Öğretmen Okulu'nu bitirdiğine göre, 1903 veya daha önce olmalıdır. Bu sıralar meşhur ulemadan, Sivaslı Ali Kemali Efendi de İplikçi de müderrislik yapmıştır.


*Mustafa ve Hüsnü Efendiler:

Artık bundan sonra müderrislik görevi, Mustafa Efendi'dedir. Şu halde 1914'lerde İplikçi Medresesi'nde Hüsnü Efendi niyabetiyle de olsa görevli mü­derrisi bulunduğuna göre eğitim-öğretim de var olmalıdır. Nitekim bu tarihte İplikçi'nin talebe miktarı 57 kişidir.679 Bu rakam, genel durum gözönünde tutu­lursa hiç de az değildir. Fakat, Musalla Mezarlığı'nda babası ile yan yana yatan Mustafa Feyzi (HIZAL) için "müderris", "İplikçi Müderrisi" gibi bir tabirin kullanılmayışı dikkat çekicidir. Mezar taşına göre 1964 yılında vefat eden Mustafa Efendi'nin doğumu 1904'tür. Şu hale göre babasının yerine tayin edildiği zaman henüz on yaşındadır. O zaman fiilen müderrislik görevi üzerin­de olan Hüsnü Efendi'yi müderris olarak anmak daha doğru olacaktır. Buradan hareketle İplikçi Medresesi'nin son müderrisinin Hüsnü Efendi olduğunu söy­leyebiliriz.


i - İplikçi Medresesi'nde Yapılan Tamirler:

Medresenin Karamanoğulları zamanında 733 H./1332 yılında mütevellisi olan İplikçi evlâdından Mesud oğlu Hacı Ebubekir tarafından tamir edilmiş ol­duğu kuzeydeki cami kapısı üzerindeki kitabesinden anlaşılıyor.
Şer'iyye sicil kayıtlarında da bu hususta bazı bilgiler vardır. Bunların ilkinden anlaşıldığına göre iplikçi Medresesi'nin mütevellisi bulunan Hüseyin, diğer bir Hüseyin tarafından, "...medresenin hasılı olan mahsulâtı eklübel (yemek, şahsına harcamak) idüb medrese ve talebeye bir habbe vermediğinden bazı yerleri harabe müsrif olmuştur..." şeklinde suçlandığından, tevliyet hizmeti öncekinden alınıp diğerine verilmiştir. Muhtemelen bu değişiklikten sonra, iplikçi Medresesi'nin bazı yerlerinin 1630 yılında mütevellisi eliyle tamir görmüştür.
Medresenin kayıtlara göre ikinci tamiri 1114 H./1703 yılında yapılmıştır. Kenif (hela) çukuru etrafındaki taş duvar ve medresenin bazı yerlerinin zamanla köhneleşip yıkılması üzerine mütevellisi ve müderrisi olan el-Hac Ali Efendi oğlu Ahmed Efendi şer'i meclise gelerek tamir keşfinin yapılmasını ve daha önce kenif çukurunun tamirinde malzeme, usta ve işçi ücreti olarak toplam 56 kuruş harcadığını bildirir. Abdülkadir Efendi oğlu Mevlâna Mahmud Efendi tamir işlerinden anlayan Ahmed oğlu el-Hac Mehmed, Derviş oğlu el-Hac Mehmed ve ustalardan zımmî Murad oğlu Yasef ve diğerleri ile bilirkişiler olarak medreseye giderek tamir edilen yerin ancak bu para ile mümkün olabilece­ğini, onarılması gereken diğer yerlerin de ancak toplam 67,5 kuruşa mal olaca­ğını bildirir.Mütevelli Ahmed Efendi'ye gerekli izin verilir.
Bu onarıma ait bilgiden medresenin ortasında büyük bir kubbesinin de ol­duğu anlaşılıyor.


k. Eserin Son Tamirleri ve Bugünkü Durumu:

İplikçi Medresesi'nin XIX. yüzyılın sonlarında yıkılmış olduğunu söyleyenler varsa da, adı geçen medresenin 1907 yılında mevcud olup hizmete devam et­tiğine yukarıda işaret olunmuştur. Medresede tedrisatın hangi tarihe kadar de­vam ettiği bilinmiyor. Ancak 3 Mart 1924'de tamamen kapatılmıştır. 1938–1944 arasında cami tamir ve restore edilerek bir müddet "Klâsik Eserler Müzesi" ola­rak kullanılmıştır.
İplikçi Medresesi bugün mevcut değildir. Sultanü'l-ulema’nın Konya'yı teşrif­lerinde ilk indiği ve sonradan kaldığı yer zannedilen, İplikçiler Camii’nin güne­yindeki küçük kümbeti hücre de son zamanlarda yıkılmış ve izi de kaybolmuş­tur.

İPLİKÇİ MEDRESESİ’NDE EĞİTİM-ÖĞRETİM

Kur'an deyince ilk olarak akla, onun eğitime, öğretime, inceleme ve araştırmaya verdiği önem gelmektedir. Bunun en açık delili putperest bir kavme gönderilen peygambere ilk vahyin, tüm semavi dinlerin özü olan vahdetle ya da dinin diğer temel esaslarına ilişkin herhangi bir hususla ilgili olmayıp, aksine ilimle ilgili bir ayet olmasıdır. İşte bu bilince sahip olan Müslümanlar da ilk günden itiba­ren eğitim ve öğretim faaliyetlerine azami derecede önem göstermişler, bunun neticesi olarak ta dünyada eşine rastlanmayan bir başarı göster­mişlerdir. İlk Müslümanlar eğitim ve öğretime öylesine önem vermişler ki, bu gün bizlerin sadece namazgâh olarak kullandıkları camileri birer eğitim ve öğretim yuvası haline getirmişlerdir. Bu yönüyle Hz. Pey­gamber eğitimi sadece tüm halk tabakalarına yaymakla kalmamış aynı zamanda "beşikten mezara kadar ilim tahsil edin" hadisiyle de bugünün batı dünyasının "hayat boyu eğitim" diye adlan­dırdığı sloganı ilk olarak sahabiler devrinde hayata geçirmiştir.
İşte Müslümanlar eğitim ve öğretimlerine bu aşk ve hevesle de­vam etmişler, ancak camiler bu ihtiyaca cevap veremeyecek duruma gelince caminin de sınırlarını aşarak İslam eğitim tarihinde küttaplar olarak adlandırılan ilkokullarını açmaya başlamışlardır. Daha üstün ve kaliteli eğitime ise saraylarda, bilgin evlerinde ve özel yerlerde veril­meye devam edilmiştir. Ancak bunlar da daha yüksek seviyedeki eğiti­me cevap veremeyince ortaya bugünün üniversitesi diyebileceğimiz medreseler ortaya çıkmıştır.
Felsefi temelleri Hz. Peygamber tarafından atılmış, metotları ise daha ilk halifeler tarafından ortaya konmuş olan İslam eğitimi bir mü­essese olarak Abbasiler zamanında ortaya konmuştur. Daha o asırlarda Müslümanlar eğitimi parasız olarak mecbur hale getirmişler, bugünün pedagojik ve psikolojik esaslarına son derece yakın olan eğitim ve öğ­retim plan ve programları geliştirmişlerdir. Bu cümleden olarak, ayrı ayrı erkek ve kız okulları açılmış, mecburi derslerin yanında bugünün de çağdaş eğitim anlayışına son derece uygun olan seçmeli dersler konmuş, ders verecek hocaların iyi bir çocuk psikolojisi bilmesi, pedagojik formasyona sahip olması, ayrıca iyi bir kişilik ve karaktere sahip olması gibi şartlar geliştirmişlerdir.
Vezir Nizamülmülk’ün adından dolayı Nizamiye Medresesi denilen Selçuklu Medresesi Bağdat’ta 1067 yılında açıldı. Burada isimden ziyade amaç ve geriçtirilen kurumun işleyişi önemlidir. Nitekim, Nizamülmülk’ün rakibi olan vezir Tacü’l-Mülk’te 1093’te bir medrese yaptırmış ve bu medreseye “Medrese-i Taciye”denilmiştir. Köymen’in ifadesi ile vezir, “Hükümdarın üçretli hizmetkarıdır. Ne yaparsa, hükümdar adına yapar.” Bu açıdan Nizamiye Medresesi’de Alp Arslan’ın izniyle ve “devlet hazinesinden harcama yapılarak” kurulmuştur. Sadece Bağdat’takinin yapımı için 60 bin dinar (altın) harcanmıştır.
Isfahan’daki medrese ise müderrisinin adıyla “Sadriye” adını taşıyordu. Tamamı düşünülürse Alp Arslan devrinde açılan medrese sayısı 12 civarındadır. Başta Bağdat olmak üzere Belh, Musul, Herat, Merv gibi birçok merkezde medreseler açılmıştır.
Selçukluların medrese açmasında bu kadar gayretli olmalarının sebebi nedir? Medreselerden devletin beklediği veya medreselerin üstlendiği görev nedir?
Bir defa Selçuklu Devleti, kendi devamlılığını medreselerle sağlamak istemiştir. Ülkenin bütün önemli merkezlerinin medreselerle donatılmasını devletin, hayatiyetini
Koruma refleksi olarak değerlendirmek mümkündür. Kültür birliğini, inanç bütünlüğünü sağlamak devlete din adamı ve memur yetiştirmek, yeni Müslüman olan halkın inancını pekiştirmek, yetenekli ama fakir öğrencileri topluma kazandırmak, bilginleri devlete faydalı halde ve denetim altında tutmak… amaçlanmıştır.
Melikşah devrinde. Ceyhun’dan Kudüs'e kadar bütün ülke medreselerle donatılmıştı. Bu kurum için yıllık harcama 600 bin dinara ulaşmıştır. Medresenin önemini kavramayan bazıları yapılan masraflar çok bulurlar. Melikşah'a, devlet hazinesinden yapılan bu harca­nmanın çok fazla olduğunu, onunla ordu kurulsa idi sancağının Kostantiniyyie (İstanbul) surlarına dikileceğini söylerler. Melikşah, bu sözlerin tesiriyle veziri Nizamülmülk'e 600 bin dinar harcamanın sebebini sorar! Aldığı cevap ilginçtir. Koca vezir sultanına, "Senin için bir gece ordusu hazırladım" der. ''Onlar, senin ve askerlerin için Allah'a dua ederler. Onların duaları ile yaşar, yardım görürsün. Senin ordunun okları 300 arşına bile ulaşmaz. Ama bu ordunun okları dua ve yalvarmaları ile yedi kat göğe kadar ulaşır" Nizamülmülk'ü dinleyen Melikşah, bu sözlerden sonra okunmuş, dindarlar ordusunun önemini kabul eder. Buradan, sultanların oluru olmadan eğitim kurumları için harcamanın yapılamayacağı da anlaşılmış bulunmaktadır.
Anadolu Selçukluları, her yönden olduğu gibi eğitim kurumları bakımından da Büyük Selçukluların devamı durumundadır. Fakat Anadolu’ya Medreseler, sıradan müesseseler halinde gelmemiştir. Onlar artık geliştirilmiş birer ihtisas kurumlarıdır.
Kitabımızda İplikçi Medresesi’nde verilen eğitimi hakkında bilgiler kısıtlı olduğu için Selçuklu medreselerindeki verilen eğitim birbirlerine benzediği için genel ele alınmıştır.
Medresede eğitim ve öğretimin temeli müderristir. Müderris dersliğin kenarı­na ya da köşesine minderi üzerine bağdaş kurup oturur. Önünde rahle denen alçak bir masa bulunur. Talebeler merkezi müderris olan yarım daireler oluşturacak biçim­de otururlar, halkalar meydana getirirler. Ünlü bir müderrisin halka-i (sahle-i) tedri­sinde yetişmek talebeler için öğünç nedeni olurdu. "Tavaslı Hoca'nın halka-i-tedri­sinde yetiştim" derlerdi.
İplikçi Medresesi’nde ders veren müderrisler dikkate alındığında danişmendlerin müderris bakımından çok şanslı olduklarını söylemek doğru olur. Çünkü devrin en ünlü müderrislerinden olan, ilmin sultanı anlamına gelen Sultanü'I-Ulema namıyla anılan, Hz. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled, İplikçi Medresenin müderrislerindendir. Yine Hz. Mevlana da İplikçi Medresesi’nde hutbeler verdiği bilinmektedir.
Medreselerde talebeler sınıflara ayrılmazlardı, yetişkin, orta ve başlangıçtakiler (çömez) aynı derslikte bulunurlardı. Yetişkinler ön, ortalar arka, çömezler en arka halkalarda yerlerini alırlardı. Talebe sayısı genellikle 30-40'ı geçmediğinden müderris-talebe arasında iletişim sıkı, kontrol tam olurdu. İplikçi Medresesi’nde öğrenci sayısı tahminlere göre 38’dir. Müderris talebenin dersi kavra­yıp kavrayamadığını bakışından anlardı. Gerekirse yetişkin talebeden dersin tekrarını isterdi. Böylece yetişkin bilgisini pekiştirir, çömez belleme olanağı bulurdu. Kitap 2. derece öğretim aracıydı.
Kalabalık medreselerde, müderristen başka, bir ya da iki muid demen öğretim yardımcısı görevlendirilirdi. Bunlar ders dışında talebenin yetişmesinde yararlı olurlardı.
Medreseler parasız yatılı olduğundan talebenin kendini öğrenime vermesi sağlanır, eğitim gece gündüz sürerdi.


MEDRESE ÖĞRETİM YÖNTEMLERİ

Medrese öğretimi belleğe (hafızaya) dayanırdı. Müderris dersi anlatır, talebe bunu dinlerdi. Takrir (ağızdan anlatma) yöntemi denen bu yöntemde başarı anlatanın ustalığına, dinleyenin dikkatine bağlıdır. Can kulağıyla dinleyen talebe bilgiyi kapar. Ders müderrisin ya da yetişkin talebenin tekrarı ile pekiştirilir. Ders dışında, gece, talebe dersi muid'e anlatır, muid hataları düzeltir, eksikleri tamamlar. Buna dersin iadesi denirdi.
Takrir metoduna dayanan bu sistemde konuların anlatılıp açıklanması belli metoda bağlı değildir. Müderrisin bilgi gücü, deneyimi ve kavratma yeteneği ile sınırlıdır. Ölçme ve değerlendirme söz konusu değildir, talebenin değerlendirilmesi doğrudan doğruya takdir ve kanaate bağlıdır.
Medreselerde başlangıçta öğretim dili Arapça idi. Talebinin önce Arap dil ve edebiyatını öğrenmesi zorunluydu. Sarf ve nahiv yani gramer, lügat, belagat... öğretimine önem ve öncelik verilirdi. Talebe 5–6 yılını Arap dilbilgisi öğrenimine ayırırdı. Okunan Kur'an, hadis, fıkıh, tefsir... gibi dinsel dersler Arapça bilmeden kavranılamaz, öğrenilemezdi. Bu bakımdan 15. yy'dan sonra öğretim dili Türkçe olmasına rağmen Arapça önemini korudu. Arapça'yı iyi bilmek müderrisi seçme, kaynak ki­taplar bulma açısından da önemliydi. Ünlü bir hocadan ders alabilmek için talebeler bir şehirden ötekine dolaşırlar, İstanbul, Bağdat, Kahire... den birisinde karar kılar­lardı. İlim dili Arapça oluğundan her yerde zorlukla karşılaşılmazdı. Öğretimin para­sız ve yatılı oluşu da bunu kolaylaştırıyordu. Talebenin amacı müderristen bir sertifi­ka (icazet) almaktı. İslam bilginleri Arapçayı klasik bir dil haline getirdiler. Yazdıkları kitaplarla gramerini düzene soktular, lûgatlarla kelime hazinesini zenginleştirdiler.


Ders seçme, ders geçme

Talebe Arapça'yı öğrendikten sona, ders seçme olanağına kavuşurdu. Medre­sede, yukarıda görüldüğü gibi bütün dersler okutulmazdı. Kimi medreselerde yalnız Kur'an okutulur, bunlara darrülkurra, yalnız hadis okutulana darülhadis denirdi. Talebe hadis dersini seçerse, o dersi veren müderrisi seçme şan­sına sahipti. Konya'da İnce minare medresesi darülhadis, sırçalı medrese darülfıkıh idi. Eğer talebe içinde ilim öğrenme aşkı varsa adı dillerde dolaşan bir muhaddis'ten okumak için Mısır ya da Bağdat'ın yolunu tutardı. Konya müderrisle­ri içinde İstanbul'da, Bağdat'ta, Mısır'da öğrenim görenler ve oralardan icazet alanlar vardı.
Talebe seçtiği dersi, yeteneği, zekâsı ve çalışkanlığı oranında başkalarının iki yılda başardığını bir yılda öğrenebilir ve icazet alma olanağını bulurdu. Sınıf geçme sisteminde böyle bir olanak yoktur. Ders geçme yöntemi öğretim süresini yıllara değil yetenek ve çalışkanlığa bağlar. Medreselerde öğrenimini 8 yılda tamamlayanların yanında aynı dersleri seçen ve 5 yılda icazet alanlar çıkardı.
Ders seçme ve ders geçme yöntemleri günümüzde modern öğretim metotları kabul edilmekte ve uygulanmaktadırlar. Liselerde kimi öğrencilerin arkadaşlarından bir yıl önce bitirme diploması almaya hak kazandıkları duyulmaktadır.
Yine İplikçi Medresesi’nin Vakfiyesinden elde edilen bilgiler doğrultusunda beş sene derste kalan, başarısız öğrencinin medreseden çıkartılma şartı konmuştur.


Es'ile - Ecvibe (Sorular - Cevaplar)

Talebe yakın iletişim içinde bulundukları müderrise istedikleri zaman soru sorabilirlerdi. Ders içinde ve ders dışında sorulacak sorulara cevap verme durumunda olan müderris sürekli okumak ve hazırlıklı olmak zorunda kalırdı. Özellikle bilim öğ­renmede hırslı ve zeki talebelerin bulunduğu sınıflarda müderrisler sorulacak soruları yanıtsız bırakmamak için geceleri geç vakitlere kadar çalışırlardı. Konya'da müder­rislik ve müftülük yapmış olan Eşenlerli Seyid Ahmed, hocasını geceleri çalışmaya zorlayan talebelerden biriydi. Hocası Karaağaç'ın bilginlerinden Rüşti Ahmet efendi­dir. Kimi talebelerin 15 yılda öğrenimini tamamladığı bir programı 7 yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlayan ve icazet alan Seyid Ahmed, müderrisin evine varıp onun ve eşinin elini öpüp duasını almak ister. Eşi:
"Yedi yıl Hoca Efendi senin yüzünden ders hazırlayacağım diye geceleri sabahlara kadar uykusuz kaldı: Aile düzenimiz bozuldu sana hakkımı helâl etmeyecektim ama gördüm ki bilgin ve olgun bir kişi olmuşsun, helal olsun”der.


Öğretimin parasız ve yatılı oluşu

Medreselerde öğretimin parsız oluşu fırsat eşitliği tanıma, yoksul aile çocuklarından zeki ve çalışkan olanlara okuma olanağı vermesi yününden çok yararlı olmuş­tur. Öğretim bir sınıf ve zümre imtiyazı olmaktan çıkmış, toplumda sosyal adalet ku­rulmuştur. Özellikle Selçuklular döneminde nizamiye medreselerinin açılmasıyla öğre­tim kamu hizmetleri arasına alınmıştır. Öğretim parasızdı, müderris maaşları, talebe aylıkları, medrese giderleri, onarım bakım kurum adına ayrılan fondan, yani vakıf gelirlerinden ödenirdi. Uzak köylerden gelen yoksul fakat yetenekli çocuklar bu med­reselerde yetişir, müderris olur müftü, bilgin olurlardı.
Öğretimin parasız oluşu İslam dünyasında geniş etkileri görülen bir atılım ol­muştur. Eğitim ve öğretim tarihinde bir aşamadır. İslam uygarlığının gelişmesine ve bilimin yayılmasına katkısı çoktur. Parasız ve yatılı öğretim yöntemi Osmanlı döne­minde de benimsenmiş ve uygulanmıştır. Padişahlar, eşleri, anaları, Sadrazamlar, valiler, hayır sahipleri, müderrisler medreseler yaptırmışlar ve giderlerini karşılamak için vakıflarda bulunmuşlardır. Medrese sayıları hızla artmış kasaba ve köylere kadar yayılmıştır. Bunlar içinde vakfa bağlanmamış, gelir kaynakları olmayan medreseler de vardır. Bu tür medreselerde de öğretim parasız ve yatılıydı. Müderrisler talebeden para almazlardı. Talebeler geçimlerini kendileri sağlarlardı. Hayır, severlerin talebele­re yardımları eksik olmazdı.


MEDRESEDE ÖĞRETİMİN İÇERİĞİ

Her dinin temelinde eğitim vardır ve kendi ilkelerini nesillerden nesillere geçmesini amaçlar. İslâm dininin yayıldığı ülkelerde daha önceki yüzyıllarda dinsel inanç ve ilkelere dayanan öğretim kurumlan vardı. Anadolu'da, Mısır'da, Hint'te dinsel ve dinsel olmayan öğretim kurumları bulunuyordu.
Önce cami ve mescitlerde başlayan Kur'an ile ilgili öğretim, dinsel bilgilerin artması nedeniyle ibadet yerlerinin dışında medrese denen ayrı yapılarda sistemli bir biçimde yapılmaya başlandı. Mısır'da, Fâtımi devleti Şiî mezhebi öğretisini yayma konusunda daha sistemli ve metotlu çalışmaları hızlandırdı, Sünnî öğretimi geride bırakacak düzeyde yükseltti. Amaç İslam dünyasında Şiîlerin çoğunlukta olmasının sağlamak, İslam ülkelerini elde etmekti. Bunu sezen İslam ülkeleri ve özellikle İslam'ı korumayı görev bilen Selçuklu Türkleri eğitim ve öğretime önem verdiler. Şiî mezhebine karşı uyanık, bilgili, Şiî propagandasını etkisiz kılabilen, Sünnî inanışın savunu­cularını yetiştirmeyi bir kamu hizmeti saydılar. Nizamiye Medreseleri bu amaçla açılmaya başlandı, ilki 1067'de Bağdat’ta öğretime başladı, bunu Nişabur, Belh, Musul, Herat ve Merv... nizamiyeleri izledi.
Şiî mezhebinin yayılması ideoloji olarak medreseler kanalıyla önlenmeye çalışılırken öte yandan Selahaddin Eyyubî'nin 1171'de Mısır'a egemen olması ve Fâtımî devletine son vermesi ile askeri ve siyasi yoldan kaynağı kurutuldu.
İplikçi Medresesinin Vakfiyesine baktığımızda Sunilikle ilgili bir takım kurallar koyulduğunu görmekteyiz. Atçeken, Altın Apa Medresesiyle ilgili “Hizmetlerine karşılık mütevelliye yılda 400, nâzır'a 300 dinar maaş, hanefî mez­hebinden olmasını istediği müderris'e yılda 800, mu'id'e 240 dinar verilmesini şart koşmuştur. Talebelerin hanefi ve şafii mezhebinden olabileceği, talebe ve fakihlerden istidlal yapabilecek ilerlemiş 3 talebeye, her birine 15 serden ayda 45 dinar, orta de­recede olan 15 talebeye her birine 10 dinar olmak üzere 150 dinar, medrese'de na­maz kıldıran ve hanefi mezhebinden olması istenen imama yılda 200, müezzine 100 dinar verilmesini, medresenin temizliğini yapan ve müderrisin hizmetinde bulunan ferraş'a ayda 5 dinar ayrıldığı” yazılıdır.
Öte yandan İslam dünyasının başı sayılan halifeler Sünnî öğretimin
yayılmasındaki önemi kavradıklarından medrese açmaya başladılar. Halife Mustansır Bağdad'da kendi adıyla anılan ve dört Sünnî mezhebe göre öğretim yapan Mustansırriye Medresesi'ni kurdu (1234). Daha sonra Abdülkadir Geylanî (1286), Ebu Hanife Medresesi, Mercaniye Medresesi (1357) öğretime açıldı.
İnanca dayalı bir öğretimde doğma'cılık (inakçılık) egemendir. Dogmacılık kuşkuyu (şüpheyi), eleştirmeyi ve sorgulamayı kesinlikle yadsıyan (red eden) bir fel­sefe ya da dindir. Dinin belli bir takım ilkeleri ve düşünceleri mutlak olarak doğru ve geçerli kabul edilir ki bunlara dogma (Arapça nass)lar denir. Dinsel bilimler Tanrı tarafından vahiy biçiminde peygambere bildirilen ve peygamberin insanlara aktardığı nakli bilimlerdir. Akılcı (aklî) bilimlerin dogmaları olmaz. Kuşkuya yer verilir. Kuşku kimi keşiflerin kılavuzu olmuştur. Radyoaktiflik kuşkulanma sonucunda keşfedilmiş­tir. Akılcı bilimlerde neden niçin? sorgulaması yapılır. Fiziksel bir olay, maddenin sıcaklıkla genleşmesi, yani hacminin sıcaklıkla değişmesi gözlem ve deneyle incelenir. Birim hacmin 1 santigrad derecesi için genleşme miktarı ölçülür (genleşme katsayısı). Ölçüler sonunda ortaya çıkan rakamlar arasındaki bağıntı (formül, denklem) bulunur. Bu denklem önceden hesaplama olanağı verir. Uzama katsayısı belli, çelik çubuğun 20 santigradta uzunluğu 5m ise 40 santigrad'da ne kadar olacağı hesaplanır. Bunun gibi ay ve güneşin tutulma zamanları önceden belirlenir.
İnanca (imana) dayalı öğretime skolâstik denir. F. Bacon, skolastik eğitim ve öğretimi şöyle tanımlamaktadır: "öğretimi, düşünceyi, talim tarzlarını sürekli kitapla­ra, sultalara (otoritelere), üstadlara dayanmak onların buldukları gerçekler çerçeve­sinde sınırlı ve mevkuf (tutuklu) bırakmaktır." Medreselerde nakli bilimlerden Kur'an (kıraat, tefsir), hadis, fıkh (usul-i fıkh, feraiz), kelam,... aklî bilimlerden mantık, aritmetik, hendese, heyet, tıp, felsefe okutuluyordu. İslam dini dünya yaşamını dışla­mıyor, "ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret hayatı için çalışmayı" emrediyor. Bu nedenle aklî ve naklî bilimler dengeli bir biçimde programlara alınıyordu. Ancak Osmanlı-Türk medreselerinde 16. yy sonlarında başlayarak akılcı bi­limlerde azalma oldu. Dinsel inançlara aykırılık gerekçesiyle cüz'iyat ya da koltuk dersleri denen hesap (aritmetik) hendese, heyet, felsefe, ... programlardan çıkarıldı. Naklî bilimlerin kollarından aliye (âlet) bilimler yani kelam, belagat (meani, bedi, beyan), mantık, Arap sarf ve nahvi son zamanlara kadar varlığını korudular. Âliyye (yüce) bilimler denen Kur'an, hadis, tefsir, fıkıh özel değerlerinde değişme olmadı.
Yöntemleri farklı ve değişik iki bilim dalı, naklî ve aklî bilimler medrese damı altında bir araya getirilince aralarında çatışma, ters düşme olmaz mı? "Şer'in ve aklın istihsan (beğendiği) ettiği emri marufa imtisal ve akıl ile şer'in takbih ettiği nehyi anilmünkerden içtimaptır" kuralını uygulamak gerekir. "Şeriatın ve aklın beğendiği iyilik buyruğuna uymak, akıl ile şeriatın beğenmediği yasaklanan kötülüklerden ka­çınmaktır" davranış kuralında tereddüt yoktur. Akıl ile şer'in (yani naklin) ters düş­tüğü hallerde nasıl hareket edilecek? Akla mı yoksa şer'e mi uyulacak? Bu konu İs­lam dünyasında uzun tartışmalara yol açmıştır.
Medrese sisteminde müderristen sonra ikinci derecede önemli olan biricik ders aracı kitaptı. Kitabın adı dersin adı yerine geçerdi. Konya medreselerinde 1882 tarihinde okutulan dersler çizelgesinde hadis sözcüğü geçmiyor, bunun yerine meşank, buhari-i şerif, ... geçiyor. Birincisi Hint'li bilgin Saganî (810-872)'nin, ikincisi Buharalı Muhammed'in sahih-i Buharî diye ünlü hadis kitaplarıdır. Dersler sütununda fıkıh adına da rastlanmaz, onun yerine halebi, dürer, ... adları geçiyor. Burada birincisi kitap adı değil yazarının kısa adıdır, Halebî, Halebli İbrahim'in adı uzun olan Mülteka'l - Bahreyn adlı fıkıh kitabına işarettir. Öteki dürer, Molla Hüsrev'in (Ö 1430) fıkıh kitabinin adıdır. Ders ismi yerin kitap isminin alınması kitaba verilen önemi gösterir. Öğrenimini tamamlayan talebeye verilen sertifika (ica- zet)'da da okunan kitabın adı yazılıdır. Bu başyapıtlar yüzlerce yıldan beri İslam medreselerinde ders kitapları olarak okutulmuştur.

ALET İLİMLERİNDEN ARABIYAT

Aliye (âlet) bilimleri, yüce (âliyye) bilimlerin öğrenilmesi ve kavranması için yardımcı olan bilimlerdir, arabiyat, kelam, mantık, ... gibi. Kur'an'ın Arapça indirilmesi ve bilim dilinin Arapça olması nedeniyle, medreselerde bu dilin iyi öğrenilmesi gerekli ve zorunludur. Arabiyat sözcüğü Arap dili ve edebiyatı anlamına gelmektedir. Sarf, nahiv, iştikak, belagat (meani, bedi, beyan), lügat, kitabet, inşa, ... arabiyatın içindedir.
Medreselerde Arapça öğretiminde ders kitabı olarak kullanılan belli kitaplar ve uygulanan katı kurallar vardır. Anadolu medreselerinde okutulan kitaplar, Sarftan emsile, bina, maksut, izzi, merah nahiv'den izhar, Molla Cami'nin Kâfiye Şerhi’dir.
Arapça dilbilim öğretiminde uygulanan yöntemler ve isimleri yukarıda yazılı kitaplar hakkında, Konya medreselerinde okumuş ve icazet almış Abdülkdir Erdoğan ile Macit Selekler'in eleştirileri ilgi çekici ve gerçekçidir. Çömez medresede derse emsile denen Arapça fiil çekimlerini içeren küçük bir kitapla başlar. Bunu ezberledikten sonra bina adlı kitaba geçilir, sonra İzzeddin Zencanî'nin (1256) yazdığı ızzî'yi okur. Bu konuda Abdülkadir Erdoğan'ın görüşleri şöyledir: "emsileyi iyi öğrenen çö­mez, bu filleri binada 35 baba uydurmayı kolayca becermesi gerekirken, okuma yön­temini iyi bilmediğinden, belki de hoca sarf ilmini iyice sindirmediğinden çömez bu kitaba başladığında bir baş soğan yutmuş gibi içinde tiksinti duyardı. Henüz cümle kurma tekniğini bilmeyen çocuğa bina'ya başlarken yazar niçin iğlem dedi de başka yazarlar gibi Elhamdülillah ile başlamadı? yazarı Abdullah Şirazî'nın akıl ve hayalinden geçmeyen bir çok sözlerle çocuğun dimağı doldurulur ve değerh zamanı öldürü­lürdü," medrese çevrelerinde

Benim oğlum bina okur
Döner döner yine okur!
çok söylenirdi.

Yağmuroğlu medersesinde okuyan ve icazet alan Macit Selekler bu konuda şunları yazıyor: "sorulu, cevaplı tarz ile başlar, iylem,bil, neyi bil enne tahkik ebvattassifi,... ilm-i sarfın tablan (bölümleri) böylece klişeleşmiş bir dili ezberleyerek okur. Talebe bunu değiştiremez, başka şekilde söylerse Kur'anı değiştirmiş gibi azarlanır.
Abdülkadir Erdoğan "İzzi'de illetli fiillerin sıra ile çekimleri vardır. Çekimleri kurallara uymayan bu kelimeler talebeye çok sıkıntı çektirir." Diyor ve ekliyor " Hacı Zihni efendinin mutel (illetli) kelimeler için yazılmış güzel bir kitabı vardı. Onu izleyenler on günde amaçlarına ulaşırlardı". Merah'a gelince ruhunda bir aydınlık görür gibi olur, fakat oradaki mastar çukuruna düşünce bulanık suda boğulmuşa benzerdi.
Bu gözlemlerden medreselerde Arapça öğretiminde yüzyıllarca önce yazılmış kitaplardaki yöntemlerle başarılı ve verimli bir sonuç alınmadığı kesinlik kazanıyor. Abdülkadir Erdoğan bu konuda bu görüşü vurgular: " Arap dilini öğrenmek için yıllarca birçok kitap okutulacağına, sarf kuralları Türkçe ibarelerle özetlense ve o kurallar Arapça temrinlerle uygulama yönüne gidilmiş olsa sonuç bir hiçten ibaret olmazdı". Bu şekilde sarfı bitiren talebe nahv'e geçerdi. Hahivde Birgivî (1521–1573) nin avamil ve izhar sonra Molla Cami’nin kâfiye şerhi okutulurdu.
Abdülkadir Erdoğan'a göre "Bu şekilde öğrenilen sarf ve nahivle ne Arapça iki cümle konuşulabilir ne de Türkçe'den Arapça'ya, Arapça'dan Türkçe'ye bir hikâye çevirebilirdi." "Arapça'nın nahvi pek mazbut (derli toplu) ve kolay idi, 100 kuralı vardı. Ebülesved'in koyduğu 3 kural zeki bir talebe için yeterliydi. Medreselerde 4 yıl nahiv okuyanlara incir çekirdeğini doldurmayacak kurallarla dimağları (beyinleri) doldurmalarına acımamak elden gelmezdi."
Macit Selekler'in de aynı görüşte olduğu aşa­ğıdaki açıklamasından anlaşılır: "Yedi yaşında okula başlayan bir öğrenci 18 yaşında Galatasaray Lisesin­de Fransızca öğrenip çıkar, 22 yaşında üniversiteyi bitirip hâkim olur. Medresede 5-6 yaşında öğrenime başlayan çömez 30 yaşında, icazet bile alsa Arapça konuşamazdı."
Medrese öğrenimi görmüş iki aydın kişinin a-radan 40-50 yıl geçtikten sonra, talebe yaşamının duygusallığından uzakta, yansız olarak eleştirilerinden alıntıları okuduktan sonra şu sonuçlar çıkarılabilir:

1. Medreselerde Arapça öğretiminde katı, ayrıntıla­ra aşırı yer veren karmaşık kurallara dayalı yöntemler iyi sonuç vermiyor, talebeyi bezdiriyor, yıldırıyor.

2. Yüzlerce yıldan beri uygulanan Arapça öğretim yöntemlerinde değişim ve geli­şim olmuyor. Değişim ve gelişime karşı çıkılıyor. Böyle bir girişim herkesi korkutu­yor.

3. Bulunan yeni yöntemler uygulanma ortamı bulamıyor. Medrese her yeniliğe karşı çıkıyor.

Müderris ve talebe Türkçe dilbilgisini öğrenmeden Arapça öğretme ve öğrenmede zorlanıyorlar. Önce anadilin binmesi gerekir.
Medreselerde kemikleşmiş öğretim metodları egemendir. Yeni yöntemlere kapalı olmasına rağmen rahmetli Zihni Efendi mutel sözcüklerin değişimini kısa sürede öğreten bir kitap yazmış, zarf öğretimini kolaylaştırmıştır. Ebülesved Hoca da nahvi 100 kuralı ezberleyecek yerde 3 kuralla belleme olanağı veren bir yöntem geliştirmiş­tir. Fakat bunlar medrese duvarını aşamıyor. Tıpkı yeniçeri ocağında yeni askeri ta­limlere karşı çıkıp "biz keçeye pala çalar, testiye kurşun atarız" diyerek eskide dire­tiliyor.
Medreselilerin Arapça öğretimini eleştirmeleri Konya'ya özgü yani yerel değil, geneldir. Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi adlı eserinde Prof. Dr. Hüseyin Atay Medreselerin Medreselilerce Tenkidi başlığı altında (s. 225) şunları yazmıştır. " Arapça öğretimine hücum edilmiş ve genellikle bütün hücumların ağırlık merkezini Arapça teşkil etmiştir. Medreselerde bütün dersler Arapça okutulduğundan buna ağırlık vermek yerindedir. Arapça ders kitapları kolay anlaşılacak düzeyde değildir." Medreselerde okutulan Arapça dilbilgisi kitapları aynı olduğundan ortak sorunlarla karşılaşması doğaldır.
Medreseliler eleştirilerinde müsteşrikler (doğubilimciler) daha hızlı Arapça öğre­niyorlar, biz de onların metodunu alalım önerisinde bulunuyorlar. Bize göre bu dü-' şünce yabana atılamaz. Doğu bilimciler ülkelerinde, medreselerdeki gibi 8–10 yıla varan Arapça öğreniminin yarısı kadar, hatta daha az sürede Arapça'yı öğrenip konu­şabiliyorlar. Bunlardan biri İstanbul'da 20 yıl tercümanlık ve konsolosluk yapmış olan Cl. Huart (1854–1927)'tır. Kendisi Paris'te çok genç yaşta Arapça ve Farsça'yı öğrenmiştir, eserleri arasında Anadolu'da Arapça Kitabeler, Menakıbü'l-Arifin'i Farsça'dan Fransızca'ya çevirisi, Konya, Dönen Dervişler Şehri bizimle ilgili olanlarıdır.


MEDRESEDE ÖĞRETİM

Derslere sabah namazından sonra başlanır, müderris talebeleriyle birlikte va­kit namazını kılardı. Derse girilir, Kur'an dan bir parça okunur, peygambere dua ve selâmdan sonra konuya geçilirdi. Dersler öğleye kadar sürerdi. Öğleden ikindiye ka­dar ders yapılmazdı. İkindi namazından sonra ikindi dersleri başlardı. Macit Selekler sabah derslerinde Arapça, ikindi derslerinde öteki derslerin okutulduğunu yazıyor:
Osmanlı-Türk medreselerinde dersler Türkçe yapılır ve talebeler ellerinde ders kitaplarından başka not defteri de bulundururlardı. Müderris dersi takrir eder (sözlü anlatır) talebeler ellerindeki kitaptan anlattıklarını süzerek dinlerlerdi. Müder­ris ve talebenin izlediği aynı kitaptı. Talebeler sınıf geçmekle değil kitap geçmekle sorumludurlar. Kaynak kitap kullanılmazdı. Sınıfta kara tahta, harita, yer küresi... gibi ders araçları bulunmazdı. Gözlem, deney, inceleme, eleştirmeye yer verilmezdi. Yazı dersi yoktu. İsteyen bir hattattan yazı meşk eder, yazmayı öğrenirdi.


Ders günleri ve saatleri:

Medresenin vakfiyesine uymak asıldı. Haftanın hangi günlerinde öğretim ya­pılacağı, günde kaç ders okutulacağı, hangi konuların işleneceği vakfiyede belirtil­memiş ise geleneğe uyulurdu. Daha çok müderrisin takdirine bırakılırdı. Fâtih ve Süleymaniye medreselerinde öğretim kanunnamelere göre yürütülürdü.
Genellikle Selçuklu döneminde kurulan medrese gelenekleri Osmanlı döne­minde de sürdürüldü. Haftanın iki günü, Salı ve Cuma günleri tatil olur, beş gün ders yapılırdı. Osmanlı medreselerinde 15. yy'da günde 4, 16. yy'da günde 5 ders oku­tulduğu görülüyor. Süleymaniye ve Edirne'deki Selimiye medreselerinde günde 5 ders okutulması koşulu vardı. Dersler arasında talebenin kitap, defter, ... alması için kısa süreli ara vermeler yapılırdı.
Yıllık tatil ramazan ayında yapılır; bir ay sürerdi. Ramazan ve Kurban bay­ramlarında da medreseler tatil edilirdi.
Medreselerde öğretim süresi, sınıf geçme sistemindeki gibi belli bir süre değildi. Ders (kitap) seçen talebe, konuları kavrayıp bilgileri sindirdiği kanaatini verinceye kadar öğretim sürdürülür, müderris bu kanaata varınca sona ererdi. Öğretim süresi, talebenin çalışkanlığı, yeteneği ve zekâsına göre değişirdi. Bu süre kimi tale­bede 6 yıl, kimisinde 4 yıl olabilirdi.


MEDRESE ÖĞRETİNİN AMAÇLARI
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde medreseler ülkenin gereksindiği yetişmiş insan gücünü hazırlayan öğretim kurumlarıydı. Medrese çalışma disiplini kazanmış, dinsel ve dünyasal bilgileri öğrenmiş amelde sünnî, hanefî, inançta maturidi mezhebine bağlı bilinçli Müslüman kişileri yetiştirmeyi amaçlıyordu. Toplum yapısı şeriat hükümlerine uygun ve devletin resmi dini İslamlık olduğundan medreseler toplumun isteklerini karşılıyordu.
Medreseler kendi öğretim üyelerini yani müder­ris ve muidlerini de yetiştiriyorlardı. Tarik-i tedrise giren icazetliler ilmiye sınıfını oluşturuyordu. Bunlar ehliyet ve liyakatini kanıtlayarak, muid, müderris, müftü, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği, fetva deni­len en yüksek ve kesin şer'i hükmü veren şeyhülislam­lığa kadar yükselebiliyorlardı.
Tarik-i kaza (kadılık yolu)'yı seçen icazetliler imparatorluğun her köşesine şer'i mahkemelerde devlet adına hüküm veren kadı olarak görev alıyorlardı. Kâtib-i âdil (noter)'lik yapanlar da vardı.
Medrese yalnız ulema ve hâkimler sınıfına insan gücü yetiştirmiyor her hizmet kolunda yöneticilik yap­ma olanağını da veriyordu. Vali komutan, sadrazamlar arasında medrese kökenlilere rastlanıyordu. Sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa medreseliydi, tarik-i tedrisi seçmiş, müderrislik payesini almış, hatta mevleviyete kadar yükselmişti. 26 yaşında vezir olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa da medreseden icazet almıştı. Konya idadisini (lisesini) 1889'da kuran Konya Valisi Süruri Paşa da medrese çıkışlıydı. Saffet Paşa (1815–1883) Medresede yetişti. Fransızca öğrendi. 4 kez hariciye, 3 kez maarif nazırlığı yaptı. Ahmet Cevdet Paşa (1822–1895) Medrese öğrenimi gördü. 5 kez adliye, üç kez maarif, ticaret, içişleri ve evkaf nazırlıkları (bakanlıkları) yaptı. Devlet Şûrası (Danıştay) üye ve başkanlığı, valilik, müderrislik, kadılık görevlerinde bulundu. Tarihçi, yazar, şair.
Otuz iki yıl aradan sonra 1909'da İstanbul'da toplanan Osmanlı Mebusan Meclisinde 285 mebustan 142'si Türk, 143'ü başka uluslardan (Arap 60, Arnavut 25,
Rum 23, Ermeni 22, Musevi 5, Bulgar 4, Sırp 3, Ulah 1, Rumen 1) idi. Türk mebusların %40’ı medrese kökenliydi. Cumhuriyet döneminde 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan I. BMM’de 297 milletvekilinden 59’u medrese çıkışlıydı. Oran düşmekle birlikte yinede yüksektir.

SONUÇ

İplikçi Medresesi, II. Kılıç Arslan ve oğlu Rükneddin II. Süleyman zamanında önemli devlet görevlerinde yer alan Abdullah oğlu Şemseddin Ebû Said Altunbâ tarafından 1202 yılında yaptırılmıştır. Malzemesinde adi taş denilen kerpiç kullanıldı için günümüze kadar gelememiştir. Sadece İplikçi Camisine dayanan bir odası ayakta kalmıştır.
Devrinin en eski medreselerinden İplikçi Medresesi bazı kaynaklarda Altun-ba Medresesi, bazılarında da Altun Aba Medresesi adıyla anılmaktadır. Medresesinin gelirlerini karşılayan zengin vakıfları olduğu gibi yine medreseye ait olan ve Turan tarafından Belleten Dergisinde yayınlanan vakfiyesi vardır.
Vakfiyesinden anlaşıldığına göre müderris, müid, öğrenciler ve çalışanlarla ilgili Sunilikle ilgili bir takım şartlar aranmaktadır. Bu da devletin siyasi politikasın, medresedeki eğitimi etkilediğini bize göstermektedir. Ayrıca öğrencileri derse güdülemek amacı ile öğrencilerin başarılarına göre para verilmekte idi.
İplikçi Medresesi’nde görev yapan müderrislere baktığımızda, devrinin en önemli müderrislerinin görev yaptıklarını görmekteyiz. Bunlardan en ünlüleri Sultanü-l Ulema Bahaeddin Veled ve oğlu Hz. Mevlan’adır. Sadece bu iki isme bakarak bili İplikçi Medresesi’nin Konya halkı için vazgeçilemeyen bir eğitim yuvası olarak devrinin bir numaralı medreselerindendir.

KONYA' NIN TARİHİ

Cennet Yurdumuzun, adı eski devirlerden beri değişmeyen şehirlerinden biri de Konya'dır. Konya adının "Kutsal Tasvir" anlamındaki "İkon" sözcüğüne bağlı olduğu iddia edilir. Bu konuda değişik rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan biri; kente dadanan ejderhayı öldüren kişiye şükran ifadesi olarak bir anıt yapılır ve üzerine de olayı anlatan bir resim çizilir. Bu anıta verilen isim, "İkonion" dur.İkonion adı, İcconium'a dönüşürken, Roma döneminde İmparator adlarıyla değişen yeni söyleniş biçimlerine rastlanır. Bunlar; "Claudiconium, Colonia Selie, Augusta İconium" dur. Bizans kaynaklarında "Tokonion" olarak geçen şehrimize yakıştırılan diğer isimler şöyledir:"Ycconium, Conium, Stancona, Conia, Cogne, Cogna, Konien, Konia..."Arapların Kuniya dedikleri Konya, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir daha değişmeyerek günümüze kadar gelen ismine kavuşmuştur.Konya İli, M.Ö. 7. bin yılından beri yerleşim yeri olmuş, pek çok medeniyete beşiklik etmiştir. Yazının M.Ö. 3500'de kullanılmaya başladığı hatırlanacak olursa, Konya'nın, ülkemizin en eski yerleşim merkezleri arasında yer aldığı söylenebilir.Çumra Çatalhöyük, sadece ülkemizin değil, Dünya ölçüsünde yemek kültürünün ilk defa başladığı, tarımın yapıldığı, ateşin kullanıldığı, yerleşik hayata geçildiği, vahşi hayvan saldırılarına karşı ortak savunmanın yapıldığı merkez olarak tanınır.Çatalhöyük, Neolitik, Erbaba ve Karahöyük Kalkolitik, Alaeddin Tepesi, Eski Tunç Devri merkezleridir.Tarih devirlerinde Hititler ve Lidyalılar, M.Ö. 6. yüzyılda Persler, M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender, Selevkoslar, Bergama krallığı, M.Ö. 2. yüzyılda Roma, M.S. 395'te Konya ve çevresine hakim oldular.7. yüzyıl başlarında Sasaniler, bu yüzyılın ortalarında Muaviye komutasındaki Emeviler, şehri geçici olarak işgal ettiler.10. yüzyıla kadar bir Bizans eyaleti olan Konya; Müslüman Araplar'ın akınlarına maruz kaldı. Malazgirt Zaferi'nden önce Konya'ya ilk gelen, Türk akıncıları Selçuklular oldu. (1069)Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, 1071'de Bizans İmparatoru Romen Diyojen'i Malazgirt' te kesin bir yenilgiye uğratarak, Türkler'e Anadolu'nun Kapılarını açtı. Sultan Alparslan, zaferden sonra komutanlarına Anadolu'nun tamamen fethedilmesi görevini verdi. Konya; Anadolu Fatihi, Selçuklu Kutalmışoğlu Sultan Süleymanşah, tarafından fethedildi. Fetih tarihi hakkında değişik eserlerde farklı görüşlere yer verilmektedir. (1072, 1074, v.b.) Ama şu bir gerçektir ki, Kutalmışoğlu Süleyman Şah I, Konya'yı fethettikten sonra batıya yönelmiş, merkez olarak İznik'i seçerek, Anadolu Selçuklu Devleti'ni 1074 yılında kurmuştur. Buna göre Konya'nın fetih tarihi kesinlikle 1074'ten daha öncedir. Fetihle Şehrimizde Türk-İslam egemenliği dönemi başlamıştır.1074' te Anadolu Selçuklu devleti, Başkenti İznik olmak üzere kuruldu. 1097'de 1. Haçlı Seferi sırasında İznik kaybedilince Başkent, Konya'ya taşındı. Böylece tarihinde yeni bir sayfa daha açılan Konya, günden güne gelişti, pek çok mimari eserle süslendi ve kısa zamanda Anadolu'nun en mamur şehirlerinden biri oldu.
3. Haçlı Seferi'nde Almanya İmparatoru Friedrik Barbarossa, Konya'yı kuşattıysa da (18 Mayıs 1190), 2. Kılınç Arslan'ın savunduğu kaleyi alamadı, beş gün sonra çekilmek zorunda kaldı. Selçuklular'ın düşmesine kadar (1308) Konya, Başkent olarak kaldı. Sonra Karaman- oğulları Beyliği'nin en büyük şehri olarak, Karamanoğulları’nca yönetildi.1387' de Osmanlı Padişahı 1. Sultan Murad, şehrin önlerine geldi. 1398'de oğlu Yıldırım Beyazıd, şehre girip Karaman Devleti’ne son verdi. Ancak, 1402 Ankara Savaşı felaketinden sonra Karamanoğulları Beyliği yeniden kuruldu. Konya, Fatih Sultan Mehmet'in Karamanoğulları Beyliği'ni ortadan kaldırdığı 1465 yılına kadar Osmalı-Karaman mücadelelerine sahne oldu.Fatih, 1470'te İmparatorluğun Rûmeli (Sofya), Anadolu (Kütahya), Rûm (Tokat) Eyaletlerinden sonra 4. Eyalet olarak Karaman eyaletini, merkezi Konya şehri olmak üzere kurdu. Eyalete ilk zamanlarda, Osmanlı şehzâdeleri vali olarak atandı. Sırasıyla, Fatih'in ortanca oğlu Şehzâde Mustafa, küçük oğlu Şehzâde Cem, 2. Beyazîd'ın büyük oğlu Veliahd Şehzâde Dâmât Abdullah, bunun kardeşi (annesi Karamanoğlu olan) Şehzâde Şehenşah, onun oğlu Şehzâde Mehmet Şâh, 1470'ten 1513'e kadar eyaleti yönettiler. Hanedan dışından ilk beylerbeyi ancak 1513'te atandı. Kanunî devrinde Veliahd Şehzâde 2. Selim de bu görevde bulundu.17.yüzyılda eyalet 11 sancaklı ve 80.000 km2'ye yakın büyüklükteydi. Tanzimat döneminde eyalet için Karaman adı yerine "Konya" dendi. 1910'da 102.000 km2 büyüklüğündeki Konya eyaletinin nüfûsu 1.380.000'di. 11 ilçeli Konya Merkez, 7 ilçeli Niğde, 2 ilçeli Burdur, 5 ilçeli Teke (Antalya), 5 ilçeli Hamîd (Isparta) sancaklarına (İl) ayrılıyordu.Şehrin nüfusu 1825. Türkiye'nin 11. ve dünyanın 69. şehriydi. Sonra nüfus geriledi; 1875'te 50.000 oldu. 1927'de 47.000 olarak sayılan nüfus, 1960'ta 123.000, 1975'te 247.000, 1980'de ise 329.000'i buldu. 22 Ekim 2000 tarihinde yapılan genel nüfus sayımında Konya’nın nüfusu merkez 1.387.507 ilçe ve köyler 993.214 toplam nufus 2.380.721 olmuştur. 22 Ekim 2000 tarihinde yapılan genel nüfus sayımında Konya’nın nüfusu Merkez 1.387.507, İlçe ve Köyler 993.214, Toplam nüfus 2.380.721. olmuştur.Tarihi eserleri bakımından Türklük'ün sayılı şehirleri arasında yer alan Konya, Selçuklulara iki asırdan fazla başkentlik yapması sebebiyle, Türk mimarisinin gözde eserleri sayılan âbidelerle süslenmiştir. Bu yönden Selçuklu devrinde Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul'dan önce "En Muhteşem Türk Şehri" mertebesine yükselmiştir. Konya'da Türk-İslâm döneminden önce yapılan eserlerin günümüze ulaşamadığı söylenir. Yapılan kazılar neticesinde Hitit, Roma ve Bizans kalıntıları bulunmakla beraber, Konya'da ayakta kalan âbidelerin hepsi "Türk Çağı"nda yapılmıştır. Bu eserlerin başında Konya'nın sembolü sayılan Mevlânâ Müzesi gelir. Mimar Bedrettin Tebrizî tarafından yapılan ve Kubbe-î Hadra (En Yeşil Kubbe) denilen 16 dilimli bu muhteşem âbide firuze çinilerle kaplıdır ve bugünkü görüntüsüne Cumhuriyet döneminde kavuşturulmuştur.Alaeddin Camisi, Sahip Ata Külliyesi, Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese, Sırçalı Medrese Selçuklu dönemi eserlerindendir. Selçuklu ve Beylikler dönemine ait pek çok cami, hamam, çeşme, köprü, tekke, kervansaray, hastane, su yolu ve diğer altyapı kuruluşlarına sahip bulunan Konya'da Osmanlı dönemine ait eserlerin en tanınmışı ise Sultan Selim ve Aziziye Camii'leridir.Konya 12. Yüzyılın ilk yarısında Sultan Alaeddin Keykûbat (1219,1236) devri ve sonrasında, Dünyanın ilim ve san'at merkezi özelliğini kazanmıştır. Türk-İslam Dünyası'nın her tarafından gelen bilim ve san'at adamları Konya'da toplanmışlardır.Bahaeddin Veled, Muhyiddin Arabî, ve Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Sadreddin Konevî, Şemsî Tebrizî, Kadı Burhaneddin, Kadı Siraceddin, Urmemi gibi bilgin, mutasavvıf ve filozoflar kıymetli eserlerini Konya'da hazırlayarak, dünyaya ışık tutmuşlardır. "Konya'nın Altın Çağı" denilebilcek bu özelliği, 12. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir. Konya ve millî kültürümüzün manevi mimarları, Mevlânâ Celâleddin Rûmî; yaşama sevinci, dünya görüşü ve hayat felsefesi ile dünyaya ışık tutarken; Nasreddin Hocamız, Türk Mileti'nin hazır cevaplılığını nükteleriyle dile getirmiş; Yunus Emre ise insan ve insanlık sevgisiyle adeta Ortaçağ karanlığındaki Avrupa'ya "medeniyet dersleri" vermiştir.Modros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra İtalyanlar, Antalya ve çevresinden başka Konya'yı da işgal ettiler. Ekonomik çıkar sağlamak ve sömürge olarak kullanmak amacında olan İtalyan askerleriyle silahlı mücadele yapılmamıştır. Akşehir'e kadar gelerek devriye görevi üstlenen İtalyan askerleri Konya kent merkezinde kayda değer bir faaliyette bulunmamışlardır. Batı Cephesi'nde Yunanlılar'a karşı İnönü Savaşlarını kazandığımız günlerde İtilaf Devletleriyle anlaşmazlığa düşen İtalya, işgalden vazgeçerek 12 Mart 1920'de Türkiye'den ayrılmaya başlamıştır. 20 Mart 1920'de Konya, işgalden tamamıyla kurtulmuştur.
Anadolu Selçukluları Devrinde Konya:
Konya'nın 1071 Malazgirt savaşından sonra Selçuklu Türklerinin eline geçmesiyle (1076-1080) kurulan Anadolu Selçukluları Devletinin Başkentliği (1096-1277) döneminde Kültür ve Sanatta altın çağını yaşar. Devrin ünlü Bilginleri, Filozofları, Şairleri, Mutasavvıfları, Hoca, Musikişinas ve diğer sanatkarlarını bağrında toplamıştır. Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin başta olmak üzere Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi gibi bilginler, Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıflar Konya’da yerleşmişler, verdikleri eserlerle şehri bir kültür merkezi haline getirmişlerdir.Bilhassa Hz. Mevlâna fikir ve felsefesi ile insanlığı aydınlatmış Mesnevi, Divan-ı Kebir gibi eserleri ile de bu etki halen devam etmektedir.Yine Nasreddin Hoca da güldüren ve düşündüren fıkraları ile Konya’nın kültür ve sosyal hayatının gelişmesinde asırlardır devam eden bir bilge kişidir.Selçuklular dönemi Konyası’nda Kütüphaneler açılmış, bu dönemde Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sanat, Tıp, Kozmoğrafya, Hukuk ve Din alanında büyük tarihi ve kültürel atılımlar yapılmış, buna bağlı olarak Medreseler, Camiiler, Kütüphaneler, türbeler, çeşmeler, kaleler, hanlar, hamamlar, çarşı ve bedestenler, köprüler, saraylar yapılmıştır.
Karamanoğulları Devrinde Konya:
Konya da Karamanoğulları (1277) devrinde de bilim ve kültür alanındaki gelişmeler devam etmiş, Ulu Arif Çelebi ve oğulları Adil ve Alim Çelebiler ile Ahmet Eflâkî ve Sarı Yakup gibi bilgin ve Mutasavvıflar yetişmiştir.
Karamanoğulları Devri Tarihî ve Kültürel Eserler;
Ali Gav Zaviye ve Türbesi, Kadı Mürsel Zaviye ve Türbesi, Ebu İshak Kazeruni Zaviyesi, Hasbey Dar-ül Huffazı, Meram Hasbey Mescidi, Şeyh Osman Rûmi Türbesi, Ali Efendi Muallimhanesi, Nasuh Bey Dar-ül Huffaz, Turgutoğulları Türbesi, Kalenderhane Türbesi, Tursunoğlu Camii ve Türbesi, Burhaneddin Fakih Türbesi, Siyavuş Veli Türbesi,
Osmanlılar Devrinde Konya:
Konya, 1467 yılında Osmanlı sınırlarındadır. Doğu seferlerine çıkan Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman ve II.Murat'ın uğrak yeridir. İlim, kültür ve sanat hareketleri kesintisiz devam eder. Ünlü şairler, bilginler, tarihci ve filozofların toplandığı merkez halindedir. Bu dönemde de mimarî yönden; Camiiler, Çeşmeler, Medreseler v.s eserler meydana getirilir.
Osmanlı Devri Tarihî ve Kültürel Eserleri:
Selimiye Camii, Yusufağa Kitaplığı, Piri Mehmet Paşa Camii, Şerafettin Camii, Kapu Camii, Hacı Fettah Camii, Nakiboğlu ve Aziziye Camiileri, Şeyh Halili Türbesi ile Mevlâna Külliyesi dönemin mimarî eserlerinden bazılarıdır.Osmanlının son döneminde Tanzimat hareketiyle Konya'da da yenileşmeler başlamış Medreselerin yanında İlkokullar (İptidai), Öğretmen Okulu (Darülmualimin) ve Ortaokul (Rüştiye) açılmıştır. İlk Lise (idadi) 1889 yılında, yine aynı yıllarda Konya Sanat Okulu da Vali Ferit Paşa tarafından hizmete açılmıştır. 1900 yılında Konya'daki medrese sayısı ilçeler dahil 530'a ulaşmıştır.
Cumhuriyet Devrinde Konya:
29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı ile eskilere ilave yeni okullar açılarak, yeni gazete ve dergiler yayınlanmaya başlanır. Yurt genelinde olduğu gibi Konya'da da İlk, orta, Lise ve Yüksek Öğretim devlet yönetimine geçer, okul yapma ve okuma seferberliğine başlanılarak öğretmen yetiştiren okullar ile teknik ve sanat okulları, yüksek okullar memleketin ihtiyacına göre yenilenerek çoğaltılmıştır.Kültür Bakanlığının kurulması ile kütüphaneler ve müzeler, Kültür ve Tabiat Varlıklarımızın korunması 2863 ve değişik 3386 Sayılı " Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurumu " çerçevesinde Kültür Bakanlığının denetimine verilmiştir. Tüm illerde Bakanlığı temsil edecek İl Kültür Müdürlükleri teşkilatlandırılarak Cumhuriyet dönemi kültür ve sanat hareketleri sistematik hale getirilmiştir.

KONYA’NIN KÜLTÜREL ÖZELLİKLERİ

EVLENME GELENEK VE GÖRENEKLERİ: Hayatın üç önemli geçiş safhasından biri olan evlenme, pek çok gelenek ve göreneklerle donatılmıştır. Üzerinde en fazla durulacak olan konu düğünlerdir. Çok geniş bir konu olan düğünleri, bölümlere ayırarak incelemek gerekir.
Kız İsteme: Oğlunun evlenmesine karar veren baba ve ana dünürcü göndermede gayet gizli hareket eder. Bu da ilk önce kadınlar tarafından yapılır. Önce oğlanan anası ve kız kardeşi, kızkardeşi yoksa akrabalarından en yakını, bir iş bahane ederek kız evine gider. Kızın güzelliğine terbiyesine, vücudunun sağlamlığına alıcı bir gözle bakarlar. Kızı uygun bulmazlarsa,hiç bir şey demeden izin alıp giderler. Kız beğenilirse, bu işlerde hünerli olan bir kadını öncü olarak, kızın önce anasının ağzını arar. Bu arada oğlanın durumu hakkında bilgi verir. Uygun görülürse kızlarına dünürcü geleceklerini anlatır. Kadın dünürcü, kız tarafının verimkar olduklarını öğrenince kız tarafına gönderilir. Bu dünürcülere, kızın anası kesin cevap vermeyeniyetli olsa bile bir kere babasına ben söyliyeyim der. Kadın dünürcülere fazla hürmet yapılırsa, kızın verileceğine bir işaret sayılır. Hatta şöyle bir durumla da sonuç anlaşılır. Ayakkabıları çevrilmişse bu işin olacağına, çevrilmeyip dışarı konulmuşsa olmayacağı anlaşılır. Bu şekilde bir başlangıçtan sonra, erkek dünürcü kız evine gider. "Allah'ın emri, Peygamber'in kavli ile kızınımızı oğlumuza zevceliğe istemeye geldik" diyerek dünürlük edilir. Buna karşılık kızın babası hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi, bir süre düşünür, eğer vermeye gönlü varsa; "Sizin ve mahdumumuz için bir şey diyemem, Allah yazdıysa bir şey diyemem. Bana bir kaç gün müsade edin, ben bir düşüneyim" der. Vermeye niyeti yoksa, "Kızım küçüktür, evlenme vakti değildir" yada "kızımız sözlü, sözlü olmazsa sizden iyisine mi verecektik" deyip savuşturur. Gönüllerin inancına varılırsa, bu konuşdan sonra iki veya üç gün ara verilir. İkinci kez gidişte, kızın babası "Biz razıyız, fakat hısım- akrabaya bir danışalım" diye cevap verir. "Kız evi naz evi" derler . Üçüncü gidişde "Ne yapalım, Allah nasip etmişse bizim elimizde ne var, alın yazısına bir şey diyemeyiz" denir. Oğlan tarafı da "Allah razı olsun sizden, hayırlısı Allah'tan, Biz verdik diledik, kapınıza geldik, sizde bizi sevip diledinizse nişanımızı (bellimizi) koyacağız" denir.
Nişan: Kararlaştırılan günde nişan koyma merasimi yapılır. Yüzük takılarak ve şerbet içilerek yapılan nişan koyma merasimi daha ziyade kadınlar arasında yapılan bir toplantıdır. Kızın evi müsait ise evde, yoksa bir akbara evinde yapılır. İki tarafında akrabaları toplanır. Bu toplantılar da ailer fazla mutasıpsa, hocaların ilahi ve dua okuduğu görülür. Değilse çalgıcılar getilir, oyunlar oynanır. Gelin, eltisi veya görümcesi tarafından yoksa oğlanın genç bir yakını tarafından salona getirilir. Yüzüğü oğlanın annesi takar. Gelin, orada bulunanların ellerini öper, akrabalar takı takarlar. Oğlan tarafının kız tarafına getirdiği hediyeler gösterilir. Yapılan ikram yine oğlan tarafına aittir. Nişan genellikle Perşembe günleri olur. Nişanın bazen yemekli olduğu da görülür. Nişandan sonra kararlaştırılan günde elbise görme işi başlar. Elbise görme işi düğüne yakın birzamanda olur. Beraberlerinde gelin kız da olduğu halde köyde oturuyorlarsa şehre gelinir, şehirde ise çarşıya çıkılır. Daha önce "mehir kesiminde" kararlaştırılan ve alınması gereken eşyanın alınmasına başlanır. Kız tarafı da güveyin giyeceği eşyayı alır. Elbiseyi dikecek terzi oğlan evine bildirilir. Nişandan sonra, kız evine yollanacak dürüye sıra gelir. Dürü bohça içinde kız evine gönderilir. Her iki tarafın hısım akraba ve konu komşusuna gönderilir.
Düğün: Düğün genellikle Konya'da haftanın Pazar ve Perşembe günleri yapılır.Düğünden bir kaç önce yemek hazırlıkları yapılır, gelinin oğlan evine getirileceği günün sabahı, oğlan evinde pilav verilir. Oğlan tarafının eşi dostu yada umanları çoksa okuntu (davetiye) dağıtılır. Köylerde de,komşu köylere okuntu gönderilir. Pilav dökme işi devam ederken, gelin hamama ve berbere gider, Geline yakın arkadaşları da eşlik eder. Güveyi de pilav gününden bir gün önce geceleyin "zamah" düzenler. Zamah'a içki içilir, her türlü çalgı çalınır. Güvey fakirse zamah fakir geçer. Çünkü zamah ayrı bir masraf açar. Zamah gecesi kız evinde de eğlence düzenlenir, buna "kına gecesi" denir. Kına gecesine oğlan evinde bir grup kadın da o eğlenceye katılır. Kına gecesinde gelin kıza bir türküyle kınası yakılır. Kına gecesi türkülerine örnek olarak:

"Altıntas içinde kınan ezilsin,
Sabah olsun güzel yüzün yazılsın,
Görümceler etrafına dizilsin
Gelinim kınan kutlu olsun. Burda dirliğin tatlı olsun.
Esvap yıkadığım ak taşlar,
O gölgelendiğim ağaçlar,
Tuz ekmek yediğim kardaşlar,
Gelin kınan kutlu olsun
Orta dirliğin tatlı olsun

Hani bu kızın anası
Önünde mumlar yanası
Gel gelinin kaynanası
Gelinim kınan kutlu olsun
Orta dirliğin tatlı olsun.''

Ertesi günü oğlan evinde pilav yenir, buna düğün yemeği de denir. Yemeğin bitiminden sonra, gelin alma zamanı gelir. Oğlan tarafı, araba, otobüs, taksi ile kız evine gider. Köylerde at arabası, traktör veya eğerli at ile kızın evine gidilir. Kayınpeder yanında iki kişi olduğu halde, gelinin bulunduğu odaya varır. Gelin odası arkasından kapanır. Kız tarafı kayınbabadan çeşitli bahşişler almadan gelini vermezler. Gelinin kolundan önce kaynana tutar, birkoluna da diğer akrabası girer. Gelin dış kapıya çıkarılır, bineceği vasıtaya yerleştirilir. Topluca "Allahaısmarladık" denildikten sonra gelin alayı yola düzülür. Köylerde bahşiş alabilmek için yollar engellenir. Gelin, oğlan evine gelinceye kadar bir hayli müşkille karşılaşılır. Oğlan evinde, gelin arabadan inerken gireceği kapının iki tarafı kilimlerle kapatılır. Bazı yerlerde gelinin önüne içi dolu bir testi bırakılır. Güvey tarafından gelinin başına para ve çerez saçılır. Çocuklar tarafından paralar kapışılır, bu arada gelin damadın koluna girerek odasına kadar götürür. Sonra sadıçla beraber evden ayrılır. Evine dönen damat gelinin yüzünü açar, yüz görümlüğü olan parayı verir. Gelin ev halkı ile tanıştırılır. Güveyi, kapıda bekleyen sadıçı ile akşam yemeğine kadar kaybolur. Akşam yemeğinden sonra, yatsı namazı kılınır. Dini nikah, imam efendi tarafından gelinden söz alınarak kıyılır. İmam efendi, gelin odasından kapısı önünde bir dua eder ve güveyi gelin odasından kapısını açarak, gerdeğe sokar. Güvey kapıdan içeri girerken en yakın arkadaşları tarafından sırtına kuvvetlice bir yumruk indirilir. Ertesi günü, gelin yüzü düğünü yapılır. Bu düğün kadınlar arasında yapılır. Gelin oyuna kalktığı zaman göğsüne kağıt para takılır. Güveyde aynı günün öğleni, sağdıç "yiğitbaşılarla" bir yemek yer. Yemekten sonra yiğitbaşıların düğün süresince emeği olan "yiğitbaşı parası" dağıtılır. Gelinin getirdiği pişmiş tavuk ve helva beraberce yenilir. Düğün böylece sona erer. Birkaç gün sonra damat ve gelin hısım akrabalara el öpmeye çıkarlar. El öpmede geline gizlice para verilir. El öpmeye haberli gidilir. Gidecekleri yerde damat- gelin gelecek diye yemek hazırlanır. Önceden o akrabalara alınan dürü (hediyelik eşya) el öpmeden sonra bırakılır. Eli öpülenler "Allah başa kadar sürdürsün" diye dua ederler.
Evlenme ve düğüne ait atasözleri ve deyimler:
Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al.
Beslemeden kadın olmaz, gül ağacından odun olmaz.
Cins, cinsine çeker.
Düğün el ile, harman yel ile.
Er kalkan yol alır, Er evlenen döl alır.
Gelin iskemle getirir, üstüne kendi oturur.
Kızı kardeşli yerden, tarlayı taşlı yerden almalı.
Kız kocayınca gayret dayıya düşer.
Lafın özü, çobana verme kızı, ya koyun güttürür ya kuzu.
Ne kızı verir, ne dünürü küstürür.
Oyun bilmeyen gelin yerim dar, eteğin asık dermiş.
Öksüz evlenmek isterse, herkes anası babası olur.
Pekmez küpte, kadın dipte.
Şaşan karısına teyze der.
Vardığın yer kör ise gözünü kırp, topal ise sek.
Yiğite ver kızı, mevladan iste rızkı.

KONYA AİLELERİNDE ESKİ EV ADET VE GELENEKLERİ
Eskiden Konya'lı bir ailenin dört mevsimine göre ayrılmış bir takım adet ve gelenekleri vardı. Bunlar halen bazı yerli ailelerde kısmen görülmektedir. İlkbaharda, Nisan ayının ortalarından sonra ev işleri artardı. Evvela sobalar sökülür, temizlenir, rutubetsiz bir yerde saklanır. Sıra halıların temizlenmesine gelirdiki, ev halkı ile beraber komşuların yardımı da istenirdi. Halılar ve kilimler bahçede veya sokakta çırpılırdı. Halının üzerindeki tozlar süpürülerek naftalin saçılıp katlanır, serin bir yerde muhafaza edilirdi. Bu olaya göç denirdi. Bu arada yataklar ve minderlerin yünleri dökülür, değneklerle döğülür, temizlendikten sonra eski kılıflarına doldurulurdu. Bu eşyanın bazıları göçe konurdu. Odalardan kışlık serecekler kaldırıldıktan sonra bu defe sedir üzerine divan yastıkları üzerine kar gibi beyaz etekleri dantelli işlemeli yaygı ve örtüler serilirdi. Geniş odaların ortasına kilim yayılırdı. Bu işler yapılmadan önce duvarlar kireç ise badana toprak sıva ise "ak toprak" cilası yapılır. Oda taban tahtaları, dolap kapakları, pencere çerçeveleri fırça ile sürtülerek yıkanıp temizlenir, camlar silinirdi. Ev eşyasından sonra, kışlık giyecekler yıkanır, kurutulur, naftalinlenerek temiz bohçalar içerisine konup, göçün üzerine bohça istifi yapılırdı. Bahar temizliği bittikten sonra sıra sebzelerin kurutulmasına gelir. Taze nane ve maydonoz alınır, bol suda temizce yıkanıp, sapları ayıklandıktan sonar gölgede kurutulurdu. Kurutma işleminden sonra, temiz keselere konarak izbe duvarlarındaki çivilere takılırdı. Meram ve çevresinden bağ evlerine göçülür ve yaz boyunca oralarda oturulurdu. Eskiden Konya'nın yerlileri, yağ, peynir, yoğurt ve süt ihtiyaçlarını çarşıdan karşılamazlar evlerinde besledikleri inek veya mandıralardan temin ederlerdi. Ayrıca güz ayında etlik yapmak için ve yine kışın kesmek maksadıyla 8-10 kadar koyun ve keçi alınır, ahırın bir tarafına bağlanıp, gündüzleri bahçede veya civar meralarda otlatılırdı. Güz aylarında bahar aylarına kadar ahır kapısı yanında toplanmış olan hayvanların gübreleri, ev halkının veya bu iş için tutulan işçi kadınların yardımıyla yapma veya mayız (tezek) denilen bir eşit kış yakacağı hazırlanır. Bunlar kışın tandıra ekmek yapmak için yakıldığı gibi odun yerine sobada da yakılır. Kuruyan yapmalar tandır civarında yakacak örtmesi veya yakacak damı denilen yerlerde intizamlı olarak kayılırdı. Yaz Hazırlığı : Meyveler bu mevsimde olur, kışın ev ihtiyacını karşılayacak miktarda vişne, kayısı, erik bahçede varsa ağaçlardan toplanır, yoksa çarşıdan satın alınırdı. Vişne reçelinden başka vişne şurubuda kış için kaynatılırdı. Diğer taraftan kayısı, erik, üzeri karanfille süslenmiş armut ve elma reçelleri hazırlanırdı. İçleri yeşilsırlı çömleklere reçeller doldurulur, ağızları okunup üflenerek ve ağız tadı ile yenmesi temennisiyle ağızları temiz bez örtülerle örtülür ve bağlanır, izbenin serin olan duvar diblerine konulur. Reçellerdensonra sıra kurutmalara gelirdi. Sabah serinliğinde bahçedeki ağaçladan toplanan kayısı, küfelere toplanarak ikindi serinliğinde damın temiz bir yerine örtü vey hasır serilerek kayısılar üzerine ayrılıp kurutulmaya bırakılırdı. Erik ve diğer meyvalarda aynı tarzda kurutulurdu. Kayısı ve erik meyvası fazla olgunlaşmış durumda olursa süzgeçten geçirilerek, içleri yağlanmış bakır tepsilere pestil yapılmak üzere dökülürdü. Kışın hoşaflık için vişne, elma kurutulur, bazıları kabukları soyulur dilimlere ayrılarak kurutulmaya hazırlanırdı. Ayrıca yaz mevsiminde evin ihtiyacını karşılayacak nisbette domates salçası çıkarılır, kabak,patlıcan ve biberleri içleri oyularak kurutulurdu. Bazı sebzelerde ince dilimler halinde dam üzerinde kurutulmaya bırakılırdı. Yaz aylarının sonlarına doğru sıra bulgur yapmaya ve nişasta çıkarmaya gelirdi. Bir kış mevsimi tarladan ve buğday pazarından yumuşak buğday alınır. Komşularla yardımlaşılarak bulgur kaynatılırdı. Dama serilmiş olan örtülerin üzerine yayılarak kurutulur, iki günde kuruyan buğday çuvala konarak değirmende öğütülürdü. Bundan sonra sıra kışlık ekmek buğdayına gelirdi. Bir kış yetecekmiktarda bir kaç ton buğday alınır, temizlenip yıkanır, kurutulduktan sonra değirmene götürülerek öğütülür ve izbedeki un ambarına dökülür ve çuvallara konurak muhafaza edilirdi. Sonbahar mevsimin de kış hazırlıkları başlardı. Bu hazırlıklarınbaşında hiç şüphesiz üzüm bağı olanlar için pekmez, kaynatma gelirdi. Bağdan araba veya merkep üzerine yüklenmiş küfelerle üzüm eve getirilir, yakacakdamı yakınında bulunan çaraşhaneye dökülür, salkımlardan iri ve sert olarak seçilerek sicimlerle birbirine bağlanır. İşte bu hazırlanmış Hevenk'ler tavan arası veya izbenin direklerine çakılmış çivilere asılırdı. Çaraşa doldurulun üzümler ayakla ezilmek suretiyle suyu çıkarılır, ak topraktan geçirilen bu şıra üzerinde kaynatılır, leğenden kazana alınarak soğutulmaya bırakılırdı. Pekmez kaynarken bir kısmının içerisine kuru kayısı dilimlenmiş yahut ufak bütün kabak, patlıcan atılarak pekmezli reçel elde edilirdi. Pekmez hazırlığı bittikten sonra sıra turşu kurmaya gelirdi. Sırçalı küpçüklerle sebzesine göre ve evde en çok sevilen sebzelerin turşusu kurulurdu. Turşu sirkeleri çarşıdan ziyade evlerde hazırlanırdı. Bu sirke ekseriye pekmez için sıkılan üzümün posasından yapılırdı. Buna çıbra denirdi. Turşu hazırlığı bittiktensonra da sıra pastırma ve sucuk yapılmasına gelirdi. Çarşıdan alınan veya evde beslenen kısır inek veya düve kesilerek bir kısmından pastırma, bir kısmından sucuk yapılırdı. Sığır eti sucuğunun sert olmaması için bir veya iki keçi- koyun kesilerek, etleri karıştırılırdı. Pastırmalar denge konulduktan sonra sucuklar doldurulup kurutulur. Ayrıca kışın hazır olması ve çarşıdan et alınmaması için (etlik yapma) denilen kavurma hazırlanırdı. Pazardan alınan 5-6 koyun veya keçi, yada ufak bir sığır, eve getirilen kasap tarafından kesilerek etleri komşuların yardımıyla doğranır, bir kısmı de kemikli olmak üzere kıyma denilen kavurma hazırlanırdı. Kavurma piştikten sonra yardımda bulunmuş olan komşuların evlerine birer sahanın içerisi ekmekli kavurma gönderilirdi ki buna (ekmek salması) denir. Sıra en son kışlık yakacağı gelir. Ekseriye kışlık yakacak bahardan alınıp kırılarak yapılır, halılar ve kilimler göçlerden çıkartılarak serilir, sobalar kurulur, kışlık giyecek eşyaları bohçalardan çıkarılarak giyime hazırlanır, bundan sonra günlük ev işleri başlardı.